18 Aralık 2008 Perşembe

neon bana "dur" dedi. durdum.

salaklık oluyor bu galiba. yani depim depim depinip "allahım bunalımlardayım, ölüyorum" deyip sonra birden "noluyoruz lan?" demek. tabi tabi... başka mantıklı açıklaması yok. öf kendimden yoruluyorum ben be, bir de çok bilmiş bazı makamlar kalkıp bana sevgili edinmem konusunda tavsiyeler veriyorlar. pek gerekli! peh! hatta bir daha "peh!".
şey oldu aslında... neon herifi gene galiba... dün ona "kötüyüm ben" dedim. o da bana "sıçtırtma ağzına" temalı bir-iki cümle kurdu. sonra ben tuvalete girip düşündüm ve kendimi daha iyi hissettim. şey gibi bir şeymiş bu, hani fiziken kabız oluyoruz ya; zaman zaman düşünsel anlamda da kabız oluyoruz. ben ruhen kabız olmayı da başarabilmişim, tüm problem buymuş. valla bak. ama asıl sorun şu ki, ben bunu geç fark ediyorum.

neon, karanlık yolda kafamı tosladığım koca gövdeli bir ağaç böyle zamanlarda. dün akşam yine kafamı çarptım ona, sonra yıldızlar döndü tepemde ve uyandım. iyi oldu böyle. gerçi bu sabah da okula gitmemi sağlamadı ama o sanırım dün geceki yatakla yaşadığım şiddetli tartışmadan ötürüydü. he buna rağmen, istediğim saatte uyandım bu sabah. gözlerim korku filminden fırlamış gibi ama kendime yemek yapınca daha bir iyi göründüler sanki.
aynadaki hırsızın da kaçtığını anlıyoruz burdan tabi.

bir de bu kabızlık hali, sanırım kendimle konuşmayı bıraktığım zamanlarda yakalıyor beni. bazen o kadar takılıyorum ki bir şeylere, gerçekten kendimle konuşmuyorum. kendi sessizliğimde saçma sapan bunalımlara yuvarlanıyorum sonra, haydaaa! doğru bir tespit galiba bu.

ulan dünyada insanlar fikirleri yüzünden ölüyor, melih gökçek göt korkusundan bas bas bağrıyor, bush kafasına ayakkabılar yiyor, annem-babam dahil milyonlarca insan hayat gailesinde sabahın köründe yorgun argın yollara düşüyor, afrika'da çocuklar açlıktan ölüyor, ayla dikmen canlı yayınlara çağrılıyor, somali'de denizciler kaçırılıyor ben evde bunalıma giriyorum! yuh! oha ve hatta çüş! nietzche'yle kapışabilirim bencilik konusunda.

gideyim de hazırlanayım. ufak periyodlarla başlayıp temiz hava soluyayım. eşyalarımı toparlayayım. kitap da okuyayım hatta. dünyayı kurtaramam ama kendimi kurtarabilirim bence.

17 Aralık 2008 Çarşamba

"anne, aynaya hırsız girmiş!"

günlerdir evden çıkmıyorum. sanırım 3 gündür. benim için çok. evde oturduğu müddetçe başına ağrılar saplanan birine göre çok, evet. kitap okumuyorum. film izlemiyorum. müzik dinlemiyorum. uyuyorum. uyanık kaldığım zamanları da televizyon gibi "boş beleş" şeylerle anlamsızlaştırıyorum. yemek yapıp yapıp beğendiremeyen, bunu bilmelerine rağmen de salya sümük ağlayan salak insanları falan izliyorum. okula gitmiyorum. huzura daha çok erdiğim, en azından kitap okumak ve müzik dinlemek gibi dürtüler edindiğim, diğer evime de gitmiyorum. üç gündür buna niyetleniyorum ama üç gündür ne planladığım saatlerde uyanıyorum ne de pijamalarımı çıkartıyorum. stüdyodaki nöbet işimden de, izlemek için can attığım o oyundan da gün itibariyle caymış bulunuyorum. merak edip aynaya bakıyorum, karşılaşmayı umduğum kişiyle karşılaşamıyorum. aynadaki anlamsız bunalımlara girmiş biri. hayallerini gerçekleştirmeyen ve başladığı işleri hep yarım bırakan biri. solgun ve bitkin görünen, beni de battaniyelerin altına geri gönderen biri...
uyumaktan başıma ağrılar giriyor. ama yine uyumaya gidiyorum. en yakın arkadaşlarımla görüşmek istemiyorum. üstümü değiştirmek ve dışarı çıkmak da sanırım. ya da aslında dışarı çıkmak istiyorum ama kendime bile anlatamadığım bi sebeple bu güdümü bastırıyorum.
korkarım kışın başının altından çıkıyor bunlar. kar falan yağsa ya keşke. uyansam ben de en sonunda. ve aslında bu yine diğerleri gibi kabus değil de sıkıcı bir rüya olsa. seslensem sonra: "anne! aynaya hırsız girmiş!" annem gelip kovsa sonra "kış(t)!" diye. olur bence. güzel de olur hem de.

4 Aralık 2008 Perşembe

Antigone Ölsün... Geçmişim Kalsın

Sıkıldım... Sıkıldım... Sıkıldım... Yanımda bira içen seyirciler vardı. Bir de bunlar canım ülkemin tiyatro öğrencileri olunca sarhoş olasım geldi. Olayım da unutayım diye. Haliç Üniversitesi Tiyatro Bölümü 2. Sınıf öğrencilerinin Nazım Uğur Özüaydın rejisiyle sahnelediği Antigone oyununu izledik sınıfca.. Sadece sınıf olan biz değildik Haliç Ünivesitesi'nin kasvetli salonunda. Bizimle birlikte İstanbul'un çeşitli okullarında okuyan, çeşitli tiyatro öğrenciler de vardı. Çeşit çeşittik. Hatta salonun tamamını onlar oluşturuyordu.. Seyirciye hiç kızmadım oyun boyu garip tavırlarından dolayı. Tiyatro öğrencilerinin yaklaşık bir buçuk saat seyirci rolü oynayamamasına kızdım.. Garip alkışlar, yerli yersiz gülüşmeler, çıkıp gidenler, telefonlar, gürültüler... Ve tabi kesif kesif burnuma gelen bira kokusu. Oyundan çıktığımda aklımda kalan tek şey Efes Extra'ydı..
Günümüz kelimesi oldum olası yorar beni.. Günümüze uyarlamak, günümüzce yorumlamak. Bir de buna çağdaş, modern kelimeleri eklendiğinde ifrit olmaya sebeptir pekala.. Ama fikir yine de güzeldi. Çıktığımda aldığım derin nefesin sebeplerinden biri de olsa ikinci sınıf öğrencilerinin özverisi, Nazım Uğur Özüaydın'ın cesareti takdire şayandı. Sonuç ne olursa olsun.. Oyunu sevmedim. Ama bu oyunun kötülüğünden değil.. Bilakis benim ukalalığım. Sevmiyorum "günümüze uyarlanılmışları". Sevemiyorum.. Sevsem de Kastamonu şivesi içinde olsun istemiyorum, istesem de Antigone'nin üzerindeki gri tişörtü istemiyorum. Hepsini geçtim cep telefonu görmek istemiyorum. Bırakalım bunlar günümüzde kalsın.. Bırakalım ve bir de diğerini görelim. Onu zaten gördük demeyelim bir de sizden görelim. Güzel popolu kızın elindeki şarap kadehinden daha fazlasını görmek istedim belki. Ya da aksayan ışıklardan fazlasını. Hatta azını görmek istedim. Creon'un kravatını görmek istemedim mesela, İsmene'nin penti çorabını... Yasemen Levy'nin şarkılarının gerekliliğini düşünmek istemedim.. Arada karışımızdaki perdede çıkan ne dediklerinin anlamadığım kadınları da görmek istemedim. Ama onlar göstermek istedi.. Dediğim gibi hepsi benim ukalalığım. Kendimi dışarı atıp, derin bir nefesten sonra sigara yakmama sebep olanlardan biri olsa da oyun, denenen şeye saygı duyulmalı, cesaret ne olursa olsun alkışlanmalı.. Alkışladım tabii.
Ve Antigone... En büyük alkış sana.. Üzerindeki gri tişörte rağmen.
Nazım Uğur Özüaydın'ı da kutlamak lazım tabii ki. Öğrencilerine güveni ve cesareti için..
Sevemiyorum ben günümüze taşınanları.. Geçmişi geçmişte kaldığı haliyle seviyorum. Ama bakmayın siz bana. Gidin ve izleyin. Eminim daha iyi bir şeyle karşılaşıp beni kafanızdan direkt sileceksiniz. En azından bira kokusu olmayacak, ve benim gibi ukala öğrenciler.

"Ölüm Devrimin Maskesidir
"

İyi seyirler.

25 Kasım 2008 Salı

sıkıntıdan sürdüğüm turuncu ojelerimi silerken umarsızca kurmuştum bu cümleleri.

üç sınavım var önümdeki iki gün içinde. yarın da erteleyemeyeceğim iki önemli görüşmem var. bu da demek oluyor ki, aslında ben pazartesinden oturup adam akıllı ders çalışmalıydım. ama ben salı gününü çarşamba gününe bağlayan bu gecede hala daha "çalışmak" adına hiçbir çabaya girişmemiş, aylak aylak vakit geçiriyorum. en azından kitap okusam ya da yararlı bir şeyler yazsam dert değil. sahiden vakit öldürüyorum.

yarınki röportaja ve görüşmeye aldırmadan ya sabahlayacak ya da en fazla 2 saat uyuyacağım. zaten yüzümde çıkması muhtemel sivilcelere de aldırmadan delicesine ıvırzıvır tükettim. kıçım da büyüyecek. yarına gözlerim de şiş olacak sanırım. hem yarın bunca önemli görüşmenin yanında potansiyel sevgili kişisiyle de buluşabilirim. sahiden potansiyel mi acaba? değil galiba ya. ben çok şıpsevdi olduğumu sanırken insanları acımasızca eliyorum aslında. yarın da ip bu kadar kopma noktasına gelmişken, bir karaköy-kadıköy vapur seferinde eleyebilirim onu. zaten muhtemelen de kuruntu yapıyorum. potansiyel falan değil. tekliğime ve özgürlüğüme bu kadar tutkunken bu sevgili merakı da güzel çelişki. saçmalıklardan bildiriyorum: saçmalıyorum! (burda kendime; "anlamazdın anlamazdın, kadere de inanmazdın..." demek istiyorum. diyorum. saçmalamışken hakkını vermek gerek.)

nostaljilerden tanju okanlara ve ajda pekkanlara dalıp kafein alayım. ruhuma huzur zerk olurken, kendime çaktırmadan "ileti tasarımında haber" kitabı ile ders çalışayım. yarına işe yarar birisi olarak başlayayım.

adam olmak lazım bol bol.

24 Kasım 2008 Pazartesi

"az ama öz" deyip özümden kopuşum, yazı yazıyorum sanıp bilimum saçmalayışım.

oysa ben blogu, yazmaktan ne kadar vazgeçtiğimi anlatmak üzere açmıştım. kendi blogumdan önce neon'un blogunu açmak sağlıklı bir fikir değil, hala kabullenemedim. mutlaka ki kıskanıp bir şeyler yazmaya başlıyorum ya da sataşacak bir şey bulup bulaşıyorum. bu akşam her ikisini de yapıyorum işte.

yazıdan bu kadar uzaklaşıp iyiden iyiye kendime dönmüşken aslında ne kadar objektif şeyler yazmaya başladığımı fark ettim. az ama öz oluyorlar artık sanırım. bu konuda biraz da kendileriyle tanışabilme şerefine nail olmadığım diğer bloglardan arkadaşların yorumlarıyla gaz aldım galiba. onlara buradan, "beni sizler yarattınız" gibi klişe bir yalan söylemek istiyorum: "beni sizler yarattınız!". şakası bir yana tüm yorumlar için teşekkür ederim arkadaşlar.

el yazısından da klavye yazısından da bugüne kadar olduğumdan daha çok kopuğum. işim yazıya bakmaya başlayınca bu sefer kaçan ve kovalayan karakterlerin oyuncuları değişti sanırım. içimden gelmedikçe yazmıyorum. içimden de gelmiyor sıkça. teknolojiden de giderek uzaklaştığımı fark ediyorum ve üzülsem mi sevinsem mi bilemiyorum. sonrasında bir de bakıyorum ki, hep özlediğim şeyleri sevmişim. o yüzden seviniyorum. bu teknolojiyi hayatımın merkezinden çıkartıp; kendimi, kendi hayatımın merkezine koyduğum anlamına geliyor. ve yine bu, teknolojiyle az ama öz görüşmeler yapmamı sağlıyor.

demişken, hala hukuk derslerine girmiyorum. ama artık kütüphaneye gidip kitap da okumuyorum. amerikan filmlerinde izlediğimiz yalnızlığını çalışarak öldüren medya hatunlarından oldum sanırım. elimde kamera haldır huldur dolaşıyorum. hatta 1 saatlik uykuyla 9 saat çekim bile yapabiliyorum. spiderman'le karşılaşmam olasıdır. superman de olabilir.
... aslında batman'in de arabası güzel.

bir şeyleri yoluna koyarken bir şeyleri yolundan çıkartıyorum. ama yine büyüdüğümü hissediyorum. sevdiğim insanları daha çok seviyorum. olmak istediğim yerleri daha net görüyorum. kendimi seviyorum ve varlığımdan mutluluk duyuyorum. kendime artık "aferin" diyorum. neon'a da "aferin" diyorum.

bu yazı aslında çok melankolik duruyo ya? değil işte. ben çapsızım, ondan böyle oluyo. aslında çok keyifli bi yazı lan bu?

bilmem kimlere ithaf.

1. ben de tamam demem. peki derim. ama bunu "dünyayı kurtaran gadının gızı"ymışım gibi de anlatmam. ne gerek var?

2. ben öksürdüğümde insanlar öksürdüğümü anlarlar ve bazen "helal" derler. hapşurduğumda çok hayvani sesler çıkartırım. zaman zaman hapşururken kafamı duvara, masaya vs... çarptığım da acı bir gerçektir.

3. donsuz dolaşmak adetim değildir. üşürsem atletimsi bi şeyler de giyerim. zaten giymeyince babaannem kızar. atlet giyenlerle de bir husumetim yoktur. isterlerse içlik dahi giyebilirler.

4. hayatımda hiç kemer takmamıştım. bu yaz çok zayıflayınca insanların popo çatalımı seyretmelerinden hoşnut kalmayacağımı düşünüp duruma el koydum. yalnızca kısa t-shirtler giydiğimde kemer taktım. yalan değil, çok da alışamadım.

5. kiviye, kızarmış tavuğa, meyveli pastaya ve kokoreçe bayılırım. ciğere bayılmam ama yerim.

6. hiç bi ilaca alerjim yoktur. aspirini de sırf keyfimden çiğneyerek öğütürüm. antidepresan hiç kullanmadım, ona alerjim var mı bilemem. düzenli olarak balık yağı hapı içerim. henüz yüzgeçlerim çıkmadığına göre sanırım ona da alerjim yok.

7. bir gazetecilik öğrencisi olarak düzenli olarak gazete okumam. sadece mizah dergisinde belli bi istikrar sağlarım. abdi ipekçi'ye saygı duyarım.

8. karnım açsa her türlü yemek yerim. ağzımın yerini bulabildiğim müddetçe sorun yok demektir. uyku için belli kriterlerim yoktur ama zifiri karanlıkta pek rahat uyuyamam.

9. sahne sanatlarıyla uğraşan sayılı insan vardır hayatımda, birisini severim gerisi yalandır. ben sahne sanatlarıyla uğraşırım, kendime de hayranımdır.

10. bir ev özenle toplanmışsa orası zaten anneannemin arkadaşının evidir, orda işim olmaz. düzensizlikte huzur bulamam. normal kriterlerde bir düzen içersinde bulunmak rahatlatıcıdır şahsım adına.

11. telefonumu sıklıkla duyarım.

12. ortalama iki haftada bi bıyıklarımı alırım.

13. çok sevdiğim arkadaşlarımı birbirleriyle tanıştırmam. birbirleri hakkında her şeyi bilirler ama asla karşılaştırmam. kıskanırım.

14. çok düz mantık uyku alışkanlıklarım vardır: uykum varsa ve canım istiyorsa uyurum.

15. ilk karşılaştığım biri bana 'canım' derse onu çok fena terslerim. 'canı'nı çıkartırım.

16. kahvaltı yaparım.

17. bilmediğim şeyi yemem. farklı lezzetlere açık olabilirim ama bildiğim yemekler üzerindeki farklı kombinasyonlara sıcak bakarım en fazla. bilmediğim mekana gidebilirim. güvenmediğim mekana gitmem.

18. Çok sevdiğim yazar, oyuncu, şarkıcı hakkında herşeyi bilirim. Okuduğu okullardan sevdiği filmlere kadar. Acaip bir ajana dönüşebilirim. Merak ettiğim insanın hakkında herşeyi bilirim. Bilmeliyim de. mesela en uzun ilişkimi yaşadığım adamın t.c. kimlik numarası 2 ile başlar, 9 ile biter. 7'yle miydi yoksa lan?

19. isim hafızam çok hastalıklıdır. 12 yıl önceki sınıf arkadaşımın adını hatırlarım. görsem onu da hatırlarım. hatırladım da. ama o beni hatırlamadı, o da ayrı bi mevzuu.

20. aileme karşı özlem ve merak duygum aşırı gelişmiştir. annem aramazsa ben ararım "noluyoz?" derim. babamın telefonunda kontör varsa bilmeliyimdir, bilmezsem "noluyoz?" derim.

21. onun dışında birçok şeyi unutabilirim. kendi okul numaramı zor ezberlemişken 7 senelik dostumun ne ev numarasını ne cep numarısını ezbere bilirim.

22. evden acil çıkamam. çıkmam gerekiyorsa da mutlaka giyinik olurum ama. alakasız olabilir, önceki gün giydiğim şeyler olabilir ama mutlaka giyinmişimdir. okula hiç terlikle gitmedim. teneffüs arasında eve gelip ayakkabı değiştirmişliğim vardır ama.

edit, 23 veya daha ziyade "yazarın notu": çok hızlı arazi olabilme potansiyeline sahibimdir. bir gün yakın bir arkadaşım öldürülmüşse ve ben ortada yoksam, bilin ki siz bu okuduklarınıza inanamazken aslında sahiden katil benimdir ve çok acayip arazi oluyorumdur.

niyeyse...

hayatımda neon diye bi göt var, onun yüzünden en çok bunu yazmak istedim en önce.
neon herifi, ben de seni mimledim ayrıca.
lütfen bknz: http://www.gri-neon.blogspot.com/

31 Ekim 2008 Cuma

birinci sınıf olmak. olmaya çabalamak. olamamak.

okuldayım. salak hukuk dersinden çıktım ve sanırım okulun en huzurlu mekanı olan kütüphaneye geldim. tıpkı filmlerdeki gibi lambalı ahşap masaları var. çok da ihtişamlı, yüksek tavanlı, büyük pencereli falan... haliyle çok sessiz. insanı tatlı tatlı okşayan minik tıkırtılar var yalnızca. kitap sayfalarının gürültüsü...

salak hukuk dersinden çıktım! sabahın köründe gelip kimseyi tanımadığım o koskoca anfiye oturmuşken hem de. çok kalabalıktı. öte yandan çok da yalnız insan vardı. ben de yalnızdım, içim sıkıldı. düşündükçe de darlanıyorum, onca alakasız insanla nasıl iletişim kuracağım ben? diye. hepimiz iletişim öğrencisiyken bu ne salak bir serzeniş oldu, değil mi?

adını sormadığım ve hatta merak da etmediğim birkaç kişiyle konuştum. sonra veda etmeden kalktım yanlarından. anlaşılıyor, benim canım insan istemiyor ama öte yandan da mecbur olduğum o yabancı kalabalıkta boğuluyorum.

saçma, en azından zaman zaman saçma, bir edebiyat dergisi okuyorum. okuduklarımın pek azını anlıyorum. okumam gereken onca önemli kitap varken ben yine zaman kaybetmeyi yeğliyorum. şimdi yine ona döneceğim. muhtemelen yine anlamadan, sırf dinleniyorum diye okuyacağım onu.

sevdiğim ve görmek istediğim arkadaşlarımı düşüneceğim. yanlarına gitmek isteyip gitmeyeceğim. param yok, çünkü ben yine ve hala öğrenciyim.

biraz daha okuduktan sonra yemekhaneye gideceğim. sevinç yetişemezse yalnız yiyeceğim yemeğimi. aç da sayılmam pek ama gitmezsem mezgitle salata gücenir sanki. sonra da kalkar o kasvetli ve kalabalık anfideki 'iletişim ve toplum' dersini dinlemeye giderim. iletişim kuramadan ve bir toplum niteliği yaratamadan salak salak dinlerim dersi o kör kalabalıkta. en sonunda sevdiğim ve görmek istediğim arkadaşlarımın yanına değil, evime giderim. ve hala o kadar korkmuş ve yalnız hissederim ki, 'rahme dönüş psikozu' ile bu gece de annemle uyurum filmi ertesi sabah başa sarmak üzere...

22 ekim 11.23

30 Eylül 2008 Salı

Denediklerimiz deneyeceklerimizin teminatıdır

Oyunlar yazdık durmadan, yazdık ve oynadık. Biz baştan sona hep bunu yaptık. Hatta en iyi yaptığımız şeydi bu. Belki bu yüzden meslek olarak seçtik. Seçemediklerimize inat seçtik birşeyler. Gündüzleri oynayacağımız oyunları yazdık geceler boyu. Bu oyundaki aksaklıkları da yazdık sonra. Tersine giden şeylere kafa yorar zaten insan. Olumsuzluklar ve olasılıklar kalır hatırda. Öyle yaptık biz. Öyle veya böyle büyüdük. Yaralarımızı sara sara büyüdük. Bazen kaşıyıp kanatarak büyüdük. Büyüdükçe yeni yaralar açtık veya başkalarının açmasına izin verdik. Hiç korkmadık bundan. Böyle büyüdük.


Anlatacağımız hikayeleri biriktirerek büyüdük. Biriktirdiklerimiz hazinemizdi çoğu zaman. Yaralarımız mücevherlerimizdi. Biz büyüdükçe hayallerimizi büyüttük. Saçlarımızla oynadık değiştik. Bununla kalmadı tabii, dinlediğimiz müzikler, izlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar değişti. Bizi gülümseten ve ağlatan şeyler değişti. Biz de durmadık değiştik bu devinimle birlikte. Bir hikayemiz oldu hep anlatmak zorunda kaldığımız. Belki de yaşama amacımızdı bu hikayeler. Bu hikayeleri anlatacağımız insanları hayal ettik. Resimde, ekranda, sahnede. Yaratıma boyun eğerek büyüdük. Yaşadığımız her an, aldığımız her nefes büyüttü bizi. Biz büyüttükçe hayallerimizi büyüttük ellerimizde.

Sanatı seçmek zorunda kaldık sonra. Çünkü sanat; hayatla, memleketle, dünyayla, insanla ama en çok kendiyle derdi olanın silahıydı, çoğu zaman namluyu kendine çevirip tetiğe bastığı.

27 Eylül 2008 Cumartesi

kontrolden çıkmış bir takım duygulanımlar

telaşsız ama tatlıca heyecanlıydım. dün tatlı bir öğlende çok sevdiğim adamla çok sevdiğim mekandaydım. giderken yanına şarkı söyleyerek fotoğraflar çektim. sonra onun da fotoğraflarını sığdıracaktım naif karelere. sonra o beni sığdıracaktı. burnumun büyüklüğüne gülecektik yine.

küçük bir mahalle butiğinden nar çiçeği bir etek aldım kendime. yeni kesilmiş saçlarımı savurarak yürüdüm sonra sahile. köşede buldum onu yeni kesilmiş saçlarıyla. gülüştük. sarıldık.

hava bozdu sonra. kaçışırken herkes, biz birer sıcak çay daha söyleyip huzurluca tebessüm ettik yine. derken fırtına çıktı. yapraklar, dallar savruldu. afattı bildiğin, insanlar uçacaktı. yabancı bir çift girdi içeri o kargaşada. bir bebekleri vardı baba olanın kucağında duran. anne çok gençti. çok da mistik ve güzel. omzunun üzerinden izledim onları. kadın çok gençti. güzel ve mistik. hem de anneydi. sonra kalkıp gittiler. yan tarafımızdan geçtiler. camın ardından izledim. hala fırtınaydı. bebek babasının kucağındaydı. anne olan telaşlıydı. çok da güzeldi. bir fotoğraf karesi olarak kazındı beynime, fırtınanın şiddetli vuruşunda dönüp bebeğine bakışı. kadın çok güzeldi. hem de anneydi.
dinince fırtına biz de düştük yollara. konuşa gülüşe yürüdük ta kuzguncuk'tan çengele. sonra o küçük pencerenin ardındaki amcanın eline bırakıp kuruşları o meşhur simitlerden aldım üç tane. boğaza nazır oturduk. kedilerle oynaştı, kızdım. sonra ellerini yıkayıp çay söyledi. daldık birbirimize yine. akşam ettik sonra. huzurla dolmuşken ayrıldık. iyi geldi, gördük.

telaşsız ama tatlıca heyecanlıydım. dünkü fırtına dinmişti. ılgıt ılgıt yağıyordu yağmur. sevdiğim hırkamı giydim yine, aynı şalı doladım boynuma. şemsiyemi alıp koyuldum yola. sürekli geçen otobüs gelemedi bir türlü beklerken. söylendim sonra: "uyuzluğuna yapıyorsun, değil mi?" dedim. cevap vermedi yine. muhtemelen duymadı o kadar yüksekten. kızardı zaten duysaydı.

geldi otobüs, sakindi içersi. düşüne düşüne gittim gideceğim yere. inip şemsiyemi açtım, yeni açılan o kitapevine yürüdüm. girdim içerden çok sevdiğim yönetmenin filmine iki bilet aldım kiminle gideceğimi bilmeden. son iki biletmiş, güldüm.
sonra sonra gitmemin asıl sebebinin yanına gittim. yağmur yağıyordu, gülümsüyordum. sevinecekti, biliyordum. bekliyordu beni, "nerde kaldı artık?" diyordu içinden. içeri girdim. çiziyordu yine, fark etmedi içeri girdiğimi. tutamadım, o kadar neşeli şakıdım ki "ben geldiiiim!" deyiverdim. kafasını kaldırıp gülümsedi. "hadi git kahve yap" dedi. gerçekten gülümsedi sonra. bekliyordu beni işte, biliyordum.
insanlara sarılmama kızardı ve bana hiç sarılmazdı. ben çok isterdim oysa ona sarılmayı. bu defa o açtı kollarını "gel bi sarılayım sana" dedi. gülümseyip sarıldım. "ayrılık" çalıyordu arkadan. "bu sana ilk ve son sarılışım. bi daha da sarılmam" dedi. "o zaman daha sık gidip geleyim" dedim. güldü. hala sarılıyorduk. şarkıya eşlik edip hafif hafif sallandı. kafamı göğsüne dayadım gülümseyip. o da gülümsüyordu, biliyordum. saçımı okşadı sonra. şarkıya eşlik etmeye devam ediyordu. "gel otur..." dedi, "ben sana kahve yapayım". ilk defa bana kahve yapacaktı, mutlu oldum. çikolatalı bir kahve yaptı.
bir kız geldi sonra tanımadığım. telden bir melek yapmış ona. anlamlandıramadım. verdi ve sakince bir şeyler söyleyip gitti. kız çok güzeldi ve de mistik. kız gidince, merdivenlere oturup "anlat" dedi. "sen anlat" dedim. sorular sordum sonra. kıskandığımı açık ettim kasten. hoşuna gitti, gülümsedi. özlemişti işte, "seni bekledim" dedi. özlediğini açık etti kasten. hoşuma gitti, gülümsedim.
akşamına yağmurun sonrasında bir otobüsün peşinden koşturup o otobüste eski sevgilimi görecektim ve hiç korkmayacaktım. sakince konuşup "ne kadar da büyüdük" diyecektim. eve doğru yürürken "kızdın da rahat duramadın yine de mi" diye söylenecektim başımı kaldırıp. sonra "peki, seninle kavga etmiyorum" deyip elimle fermuar çekecektim ağzıma. eve yürümeye devam edecektim. en sonra da düşünecektim: "iyi ki sevmişim. iyi ki sevgi varmış dünyada." diyecektim. gülümsedikçe gülümseyecek, yavşak bir polyannaya dönüşecektim 12'den sonra.

25 Eylül 2008 Perşembe

Paulo Coelho der ki:

"Sahildeki bütün bu insanlar sürekli korku içinde yaşıyorlardı, hatta insanın soluğunu kesen günbatımını seyrederken bile. Yalnız kalmaktan korkuyorlardı; şeytanın üşüştüğü karanlıktan; pot kırmaktan; Tanrı'nın yargısından; başkalarının ne diyeceğinden; her şeyi cezalandıran mahkemelerden; risk alıp yenilgiye uğramaktan; kazanıp başkalarının kıskançlığına katlanmak zorunda kalmaktan; sevip de reddedilmekten; maaşına zam istemekten; bir daveti kabul etmekten; bilmediği yerlere gitmekten; yabancı bir dili konuşamamaktan; başkalarını etkileyememekten; yaşlılıktan ve ölümden; hatalarıyla göze çarpmaktan; meziyetleriyle göze çarpmamaktan; ne hatalarlıyla ne de meziyetleriyle göze çarpmaktan.
Korku, korku, korku. Yaşam giyotinin gölgesinde bir terör rejimiydi."

18 Eylül 2008 Perşembe

"mutluluk her yanda, üzülmem için dinozor olmam gerek!"

birileri demişti: "dibe vurmadan yüzeye geri çıkamıyorsun" diye. doğru söylediğini biliyordum ve bunu yaşayacağımı da biliyordum. sancıdım, en sonunda doğurdum acımı. geçti sonra. geçecekti, biliyordum.
sevdiklerimize sarıldık. kontrolümüzü kaybedip ağladık. çığlık çığlığa kahkaha attık sonra. anlattık. dinledik. gülümsedik... gülümsedik... kendimize iyilik yaptık. saçlarımızı kestirdik. hayatımızı nispeten raya soktuk, sonradan çıkartıp alt üst etmek üzere yine. hafiften yağmur yağdı diye sevinip hırkalar çekindik üstümüze. bavullara tıkıp sevdiğimiz kıyafetleri, donanıp merak ettiğimiz kitapları ve dolunup özlediğimiz şarkılarla kutu kutu trenlere bindik. uzun uzun raylar seyredip huzurun kucağına düştük. karşı durduk, sadece mutlu olma eylemine izin verdik. kahveler içip, soslu makarnalar yedik. beraber uyuyup birbirimize sıcak kekler verdik. yağmurlu sabahlara uyanıp konuşmadan gülümsedik. sonra yine sarıldık. hep güldük ve sarıldık... ruhlarımızın varlığını hatırlayıp adam olmak istedik. adam olduk. boyun eğmedik, savaştık. güçlendik, susmadık. evet evet, çelişkiler yumağı içersinde dibe gidip geldik ve yüzeyde sırt üstü uzanıp şarkılar söyleyerek yüzmeye başladık şimdi. fantastik bi dünya yarattık, kahkahalar atıyoruz histerikçe! mutluyuz. yargılamak için sebep mi var?

aynı anda dağılıp aynı anda seviniriz biz. birbirimizi özleyip kahkahalarla ararız sonra birbirirmizi. yakın zamanlarda yaşlılıklarımızı huzursuzca karşılayıp işin kaşarı olduğumuzu fark eder ve hayatın canına okumaya başlarız. büyürüz işte lan, kime ne? yargılamak için sebep mi var?

19 Ağustos 2008 Salı

günce-3

huysuz bir gün bugün. günlerdir süren keyifsizlik ve memnuniyetsizlik halimin alışılmış, haliyle dinginleşmiş durumu var üstümde bugün. hiçbir yerde olmak istemediğim bir gün bugün. belki bir iskelede olmak isterdim, ege dolaylarında. belki... her şeyi ertelediğim bir gün bugün: yazmam gereken haberleri, okumam gereken makaleleri, yemek istediğim profiterolü, bilgisayarımı karıştırdı diye laf sokmak istediğim o adamı, değiştirmem gereken gömleği... kontrolsüzce yemek istiyorum bugün, evimde oturup film izlemek. bir türlü bitiremediğim şu lanet kitabı bitirmek sonra da okumak istediğim o kitapları okumak istiyorum bugün. bu hafta içinde bir şeye delicesine mutlu olayım, kendimi gerçekten ama gerçekten iyi hissedeyim istiyorum. dünyaya o zaman dönecekmişim gibi geliyor... bunca yıl olduğu gibi yine bugün, yarın sabah uyandığımda her şeyin yoluna girmiş olmasını istiyorum. sızıldayan çatlaklarımı onarabilmem gerekiyor, canım daha çok yanar ya da beceremem diye bulaşmıyorum ama yapmam gerekiyor. huysuz bir gün bugün. öptüğümde prens olacak sandığım o kurbağayı kaybettim. kulağımda taşımıştım oysa bunca sene. o masaldaki kızın istekleri şeytanın kulağında diye benim de hoşuma gitmişti masal kahramanımı kulağımda taşımak. gerçi ben kimsenin şeytanı değilim. şeytan olmak da istemedim hiçbir zaman. birisinin hayallerini kulağımda taşıyacak olsam da... bu hafta gerçekten güzel bir şey olsun. mesela geliversin o çok beklediğim! evet buna gerçekten sevinebilirim. gerçekten kendimi iyi hissedebilirim. sıkıntıdan sessizleşiyorum ve kafamda sivilceler çıkıyor yine. delicesine yemek yemek istiyorum. bu bir depresyon belirtisi değildir, değil mi? sedef de gidiyor haftaya. gerçekten keyifsiz bir gün bugün. muhtemelen o çok beklediğim de gelmez bu hafta. barış da fena. ben... kötü geçiyor günler. karnım aç değil ama, gidip yemek yiyeyim bari... bu bir depresyon belirtisi değildir, değil mi? huysuz bir gün bugün, gerçekten huysuz...

15 Ağustos 2008 Cuma

günce-2

Şahane bir haftasonu geçirdik. Çadırda uyuduk, şarkı söyledik, dans ettik, içtik, kahkaha attık, çığlık çığlığa bağırdık, sarıldık, öpüştük, koştuk, atladık... küçücük bir dünya oluverdi orası bizim için. Kurallarımızı kapının dışında bıraktığımız, hiç olmadığımız kadar kendimiz olabildiğimiz, kirlenmekten keyif aldığımız, toprak kokusuna kandığımız... Sızıltılar içinde şehire döndüğümde dahi kulağımda Uğur'la Barış'ın konuşmaları, Sedef'in "möh!" diye böğürmeleri, Hande'nin kahkaha harmanlı espirileri, Merve'nin kendinden geçercesine haykırdığı reggea ezgileri vardı. Çok mutluydum. Fotoğraf çekiyordum. Bir hayalin peşinden gidiyordum. Uyanmam gereken ya da uyumam gereken bir saat yoktu. Kimse bana bir şey dayatmıyordu. Sevdiğim insanlardı etrafımdakiler, batanları gözüm görmüyordu. Dönmek canımı yaktı açıkçası. Alışamadım yıllardır içinde yaşadığım hayata. Kendime gelemedim. Kontrolümü yitirip alkole vurdum kendimi. "eyvah!" diye korktum, "yoksa ben de mi?" dedim... İçinden çıkamadım, gittim saçlarıma ettim edeceğimi. Sığamadım, olamadım. Daha ne olduğumu anlayamadan beklemediğim başka bir misafir çaldı kapımı: üniversite!
Bu konuda Barış'a sevindiğim kadar dahi sevinemiyorum kendime. Hayalini kurduğum şey değil bu. Gazetecilikle geçmemeli benim hayatım. Hani sinema olacaktı? Böyle dua etmiştim ama? Böyle dilemiştim ben, bir yanlışlık olmalı.
İşlerim ve dileklerim çoğu zaman dümdüz bir yoldan gidemedi benim. Uzun yollar dolanmam gerekiyor yine. Daha kendime gelemeden başka bir soru işareti tuttu kolumdan sürüklemeye başladı beni. "gelir misin?" diye sormadı yine. ağlayamadım. gülemedim de. birkaç hafta önce dileklerimin bir listesini yapıp tanımadığım amcalara vermiştim, onlar içlerinden en istemediğimi, en ben olmayanı hınzırca bulup "bu olsun!" dediler. "gelir misin?" demediler. Barış gibi değilim ben, olamadım. Kendim olamadım. Kendime bile mutlu olamadım.


geçecek... geçecek... ya başkalarının hayallerinde yaşamayı da öğreneceğim ya da o hayalleri yırtıp kendi hayallerimin rengine boyayacağım duvarlarımı. bu sahne benimse eğer; benim dediğim olacak ve benim istediğim oyuncular, benim yazdığım senaryoyu oynayacaklar! ben diyorsam olacak! geçecek...

5 Ağustos 2008 Salı

günce-1


O kadar bok bir sabahtı ki aslında… o kadar berbat bir geceyi bağlayan bir sabahtı… terk edilmiş bir kadın gibi kontrolsüz yemek yemiş, ruhuma birkaç ton yük bindirmiştim. Rimellerim akmıştı, ağzımda bira tadı vardı acı acı. Gece nasıl becerdiğimi hatırlamadığım kanlı bir yara vardı ayağımda üzeri sarılmış. Birkaç kan damlası vardı elimde de, yarayı temizlemeye çalışırken bulaşmış. Üstüm başım on yıl öncesinden kalma tozlarla doluydu. Bütün gece hapşırmış ve düşünmüştüm. Bu defa gerçekten “gitmeyi” düşündüm. Rüya dahi görmemiştim bu sabah, bu yüzden gün içinde rüyamı gündüz düşleriyle hatırlayıp keyiflenmeyecektim de. Ağzımda sigarayla bulaşık yıkıyor olsam tam olacaktı bu portre. Bu son sahnenin eksikliğiyle kurtardım biraz.
Ama sabah sanal harikalar sayesinde müthiş bir haberle başladı! Gizem farkında olmadan beni ne kadar mutlu etti, haberi yok. Barış, beykent’i birincilikle kazanmış! Delirdim. Çığlıklar atmak istiyorum. O kadar umutsuz ve mutsuzdu ki. Ve ben o kadar karanlıktaydım ki bir türlü sızılarına elimi sürüp iyileştiremiyordum. Barış, bu yüzden “benim benden daha iyi olan diğer yarım”dır. Kendi kendini iyileştirir. Hem de kendi de farkında olmaz. Barış sadece hayalini gerçekleştirmedi şimdi, kendine kendi gücünü de kanıtladı. Tarif edemediğim bir gurur ve kontrolsüz bir sahiplenmesi güdüsüyle taşıyorum. “Barış yaptı” diyorum, “benim barışım yaptı!”. "Barış olan yarım" alacalar içinde şimdi. Festival müzikleri çalıyor. Koca bir güneş parlıyor tepesinde ve rengarenk balonlar uçuşuyor. Minik insanlar kol kola girip dans ediyorlar. El çırpıp eş değiştiriyorlar. Taptaze meyve kokuyor benim"barış olan yarım". Ondan güç alıyorum. Ama hala kendime yarayamıyorum. Kendi yarım hala karanlık ve sessiz. Kimse de yok içerde. Hem de kibrit kokusu var hala kesif kesif. Dün geceden sonra isler kapladı biraz da, elim yüzüm kararıyor sanki düşündükçe. Ama Barış! Barış öyle mi? "Barış olan yanım" bu sabah benim hafifletici sebebim. Onun için cümlelerimin tükendiği yere dayandım yine. Barış bu sabah muzır bir cin değil, kendi etrafında dans ederek kahkahalar atan puck.

28 Temmuz 2008 Pazartesi

"Neylesem bu benim iç kavgalarımla/ Pişmanlığım, kendi düşmanlığımla/ Sen bağışlasan da, ben yerim kendimi/ Neylesem bu yüz karam, bu utancımla..."

Hep aynı şey oluyor. Mutluyken, işler yolundayken gıkım çıkmıyor. Korkunç derecede suskun kalıyor kafamın içi. Ama yalnız bir diş ayrılsa rayından depremler oluyor. Birden bire yüzlerce, binlerce cümle ayaklarını sert sert yere vurarak dolaşmaya başlıyor kafamda. Bir mahkumdan daha hırçın volta atıyorlar. Ben daha ne olduğunu anlamadan çoğalıyor ve daha da hızlı yürümeye başlıyorlar. Çok sürmeden kendi kontrollerini yitiriyorlar ve çarpışıyorlar. Kafamın içinde tarifsiz bir kaos! Sağır edici bir gürültü. Kör edercesine bir kargaşa. Ve yanmış kibrit kokusu kesif kesif…
Buna benzer bir tanımı ilk defa yapmıyorum. Zira son zamanlarda kontrolümü sıkça kaybettiğimden bu hengameyi de sıklıkla yaşıyorum. Sanki şimdiki öncekinden daha betermişçesine “bu defa daha da fazla…” diyerek gözlerimi daha sık kırpıştırıyorum ve yüzümde canım yanıyormuşçasına bir ifade konuşlanıyor. Bu yüzden de her defasında elimde olmaksızın tekrar tekrar betimliyorum işte.
Çok basitim. Çok salakladım. İnanılmaz yalpalıyorum. Hem de göz göre göre kurtaramıyorum kendimi. Üzerine ahkam kestiğim değerlerim, erdemlerim, bilmişliklerim yok oluverdi. Hiç olmadığımdan daha “nida değil”im şimdi. Etrafa belli etmeyeyim bari der susar insan, de mi? O da yok. Aslında var da yok. Ketumlukta sınırlarımı zorlarken, an geliyor kendimi sinirli sinirli volta atarken ve en alakasız bir kimseye anlamadığı ve de katiyen anlayamayacağı şeyleri anlatırken yakalıyorum. Benden “şeyleri”... Ve anlamıyor. Anlamadığı gibi büyüttüğümü, saçmaladığımı, henüz pişemediğimden yaptığımı sanıyor. Bir de bunu bana belli ediyor. Salaklık bende değil ondaymış gibi sinirleniyorum.
Çok fenayım çok…
Çok hastalıklı, çok kontrolsüz ve gerçekten çok “pişmemiş” gibi davranıyorum. Kendime hiç bu kadar üzüldüğümü hatırlamıyorum.
Karşılaştığım onca aksilikte bir çıkar yolu arardım, “geçecek” derdim, susardım. Canım yanardı ve hatta sessiz sessiz ağlardım ama geçerdi. Gerçekten geçerdi ve ben yeniden doğardım! Hiç olmadığım kadar parıldadığımı hissederdim. Kimselerin ilgisini çekmek olmazdı derdim, saçma sapan davranmazdım, konuşurken bilgelik taslardım, çünkü öyleydim.
Şimdi doğamıyorum. Göbek bağımı kesemiyorum. Kirli kan o bağın düğümünde toplanıyor ve toplanıyor. Dönüp dolaşıp benim içime akıyor. Evet, yine olan oluyor ve kendi zehrimle zehirleniyorum.
Çok karanlık. Çok ince.
Kafam hiç bu kadar korkunç olmamıştı.
“arkadaşın yok mu senin?” diye sordu. Cevap veremedim.
“neden cumartesilerini burada geçiriyorsun?” dedi.
“seninle vakit geçirmek hoşuma gidiyor.” Dedim.
“boşu boşuna burada vakit öldürüyorsun.” Dedi. Cevap veremedim.
“yapacak işlerin varken, burada vakit kaybediyorsun. Yapma bunu.” Dedi.
“büyük bir salaklık ettiğimi düşünüyorsun.” Dedim.
“senin ne yaptığın beni ilgilendirmez. Ben seni yargılamam.” Dedi.
Onun ne düşündüğü de beni ırgalamazdı. Ama ırgaladı işte. Dokundu kanıma. Daha bir aydır tanıdığım o adamın yanına anlamsızca gidip geliyordum ve aslında benden hiç de büyük olmayan o adamın dayanaksız felsefeleri beni incitiyordu. Benim için ne düşündüğünü önemsiyor, yetmezmiş gibi umursuyordum. Hak mı ediyor? Niye kendime bunu yapıyorum ki?!
Çok karanlık. Git git bitmiyor. Hiç bitmeyecek gibi...
Sevmediğim bir karanlık bu. Huzur bulmadığım... Geceleri gözüme inerken beni mutlu eden bir karanlık değil. “Barış” gibi değil bu karanlık. Kaldı ki Barış’ı dahi bulamıyorum bu karanlıkta. O bile tutamıyor elimi. O kadar pis bir zifiri içindeyim.
Kimsem yok. Çünkü kimseyi istemiyorum.
“çat!”
Tüm kapıları kapatıyorum. Pencerelere, arka kapılara sürgüler çekiyorum. En son ne zaman yaptım bilmiyorum, ama etrafıma en çok kendimle savaşımda zarar verdiğimi biliyorum ve yalan değil, kimseyi istemiyorum. İşte bu yüzden “arkadaşım yok benim.”. sanırım ben kimseye iyi bir arkadaş olamadım zaten.
Kendime çok itidalli davranıyorum, bu iyi bir şey değil. Kendimle savaşamıyorum.
Çok karanlık. Çok çok karanlık.
Ne zaman geçecek bilmiyorum. Çok çiğ davranıyorum. Müthiş yoz ve basitim. Zamanın zerre değeri kalmadı gözümde. Sabahları boşa uyanıyorum. Bu kadar boşa yaşıyorum. Kendimi kurtaramıyorum. Bir ergen bunalımı kadar can sıkıcıyım. Geçsin istiyorum. Yeniden doğayım. Bitsin.
Barış bile giremiyor içeri, çok vahim.
Kendimi özlüyorum.
Dönüp baktığımda kaybettiklerim için kendime kızacağım yine.
Çok şiddetli. Geçemiyor.
Sendrom kadar vahim.
En doğruyu yine Ömer Hayyam söylüyor, ama o bile "em" olmuyor.
Pişmem lazım... Pişmem lazım...

18 Temmuz 2008 Cuma

Bu Sefer Başka

İçimde bir hoşnutluk var. Uyuyamıyorum bir türlü. Direniyorum yine var gücümle. Aşık oldum ben. Ama bu sefer başka. Pek başka sayılmaz ama başka. İlk defa seviyorum galiba, aşık olmaktan biraz başkaymış. Daha özelmiş, daha kırılganmış, daha anlayışlıymış. İlk defa huzurlu hissediyorum kendimi. Onu çok sevdim. Ama o kadar hakediyor ki bu sevgiyi, hatta daha fazlasını. Daha çok cız ediyor içim böyle. Bir sebep bulamıyorum çünkü kendimi rahatlatmak için. Kızamıyorum hiç o'na, küfür etmiyorum. İçim öyle rahat ki...
En çok o'nu sevdim ben. Kaç kez daha aşık olurum bilmiyorum ama en çok o'nu sevdim. O kadar hakediyor ki bunu. Kırılganlığını sevdim ben o'nun, kırıcılığını. Hayatın içinde dans edişini, ölüme bu kadar yakın oluşunu. Çekip gidecek cesaretini. En çok dertlerini sevdim ama. Aşklarını. Savaşlarını, zaferlerini, bertaraf oluşunu. En çok o'nu sevdim. O kadar hakediyor ki.. Hiç kızmadım o'na, hep inandım. Herkesten fazla. Kendi iç hesaplaşmam o, farkında olmasa da. Ayakta duruşum, gücüm,en büyük zayıflığım. Uykusuzluğum şimdi o. Ama o kadar huzurlu ki içim. İlk defa hakedene emanet ettim ruhumu. Herkesten fazla hakedene. O'nu görmek o kadar korkutuyor ki beni. Öylesine huzur doluyorum ki. Çekip gitmesi parlatıyor gözlerimi, kıskanıyorum çok. En büyük kahramanım o benim... En büyük yenilgim. O kadar sevmişim ki o'nu farkında olmadan.. Bu kez bir başka işte. Huzur dolu içim.. Kimse bilmesin bu kez.. Ben savaşı kazandım, hep avcumda taşırım bundan sonra kahramanımı. Yaşarken, ölürken gün gelir o kadar cesur olup çekip giderken açarım avcumu. Gülümserim öyle..




17 Temmuz 2008 Perşembe

sahiden mi?

Bildiğini mi düşünüyorsun?
Hiçbir şey bilmiyorsun.
Mutluluk mu?
Mutlu musun sanıyorsun?
İş bulmuş olman mı mutluluk?
Aldığın maaş mı?
Otobüsünün hemen gelmesi mi?
Yoksa rakibinin nakavt oluşunu izlemek mi?
Hah!
Sen hiç yeni doğmuş bir bebeğin elini tuttun mu?
Onun ellerine bulaşmıştır mutluluk.
Heyecanlanma, zaten geldiği yerde bırakmıştır...
Bir adam gerçekten sevdi mi seni?
Sen o'na aşık olabildin mi?
Onun göz bebeklerinde miydi senin cesaretin?
Yaz yağmurunda yüzdün mü sen hiç?
Toprakta yalın ayak dolaşabildin mi?
Yalnız başına ağladın mı?
Mutluluk, bir paket çikolatada falan değildir.
Çoğu kez mutluluğun taklididir tebessümlerin.
Kandırma kendini, hayat bir kişisel gelişim kitabı değildir.
Bildiğini mi sanıyorsun?
Çok yanılıyorsun...
Git de boğazda derince bir soluk çek içine.
Ciğerlerine inip zerre zerre kanına karıştığını hisset.
Başarabilirsen eğer, yaşadığını hissedersin.
Hissedebildiğin, ciğerlerine doldurduğun o şey kadardır mutluluk.
Biliyorsun, öyle mi?
Yalan söylüyorsun...

23 Nisan 2008 Çarşamba

en çok

Fotoğrafına baktım, gülümsedim. Fotoğrafına her bakışımda gülümsüyorum. Özledim bir kez daha. Kıskandım hem de.
Satırlarını okudum. İşlendim yine. Satır satır ruhuma işlendi bir kez daha. Ve özledim.
Şarkısını dinledim. Daha fazla özledim.
Kıskandım.
“en çok” sevdim ben o’nu.
Biliyorum, o kadar da sevemedi o beni.
Ben o’nu “en çok” sevdiğim için sevemedi o beni.
O beni sevseydi, belki ben “en çok” sevmezdim o’nu.
Böyle değil midir zaten hep?
Bunları o’na söylemeye kalkıştığımda inanmadı muhtemelen. Gerçek sanmadı. Abarttığımı düşündü. Anlamadı benim gerçekliğimi. Belki de korkularımı bildiğinden ihtimal vermedi ve bu yüzden sevmedi benim kadar beni.
Acı çektiğimde gerçekten o’na ihtiyacım olduğuna kanmadı sanırım. Haklı değildi. En çok o’na ihtiyacım vardı. En çok o’na ihtiyacım var. En çok o’na ihtiyacım olacak.
Anlatamadım. Korktum. Anlatamamaktan korktum.
Aşık olmadım o’na. “Arkadaşım” demedim. “Dostum” dedim çoğu zaman, doyurmadı beni. Bana güzel sözler söylesin istemedim. Sarılsın istemedim. Öpsün istemedim. Hiç heyecan duymadım. Sanki hep varmış gibi… Hep alışkınmışım gibi…
Bir film vardı. Beyazlar içinde bir kadın gelirdi. Kadın değildi, memeleri yoktu. Erkek de değildi, çıkıntıları yoktu. Beyazdı. Bembeyaz. Kanadı vardı bir ayırt edilebilir. Onlar da omuz diplerinden yanmıştı çoktan. Evet, dedim. O, “en çok” buymuş meğer.
Duymadı.
Bilmedi.
Söylemem.
Korkuyorum.
“en çok” o kalsın mabedimde.

18 Nisan 2008 Cuma

Söylenmemiş Aşk Şarkısı

Adını koymaya çalıştım yol boyunca. Bir bir üzerinde geçereken otoban çizgilerinin veya tren raylarının, adını koymaya çalıştım. Kalabalıktı veya değildi. Yorgundum veya değilidim. Hatırlamıyorum şimdi. Genelde ayrıntılara takılsa da hafızam, şimdi hatırlamıyorum. Bir şarkı vardı dilimde...çıkaramadım şimdi. Tektiler. Çoktular. İyiydiler. Kötüydüler. Hatırlamıyorum. Zaten şarkıyı da çıkaramadım. Küçük bir yerdi. Bu konuda eminim. Küçüktü. Yalan söyleyen insanlar vardı. Yalanlarımız vardı bizim. Kalabalıktık ayrıca, bu küçük yerde olmamamız gerektiği kadar kalabalıktık. Gereksiz değildik ama fazlaydık. Unuttuyorduk. Hafızamız yoktu fazla. Yalanları da, gözyaşlarını da unutuyorduk. Hep unuttuk. Orda veya burda, öyle veya böyle hiç bir değeri yok şimdi gözümde. Benim hatırladığım tek şey yollar. En çok onları hatırlıyorum. En çok onlarla paylaştım sırlarımı...Otoban çizgilerine veya tren raylarına. Hangisini yakalarsam artık. Farketmedi, dinlediler beni. Yol boyunca şarkı söyledim onlara, adını hatırlayamıyorum şimdi, oysa dilimin ucunda.
Zordu, biri diğerinden daha zor veya biri diğerinden daha kolay değildi. Hiç birini ayırmıyorum birbirinden herkesten, herşeyden fazla benimmiş gibi sahipleniyorum. Zordu. Ne çok konuştuk biz. Sabahlara kadar, güneşe inat, karanlığa nispet konuştuk. Hiç susmadık. Ama en çok gürültü yoldaydı. Tek başımayken. Onlar yokken içimin sesi vardı. Beynimi yiyen, ruhumu kemiren kelimeler, cümleler. Bağıra bağıra şarkı söyledim ben. Duymamak için. Kulaklarımı kapatmak yerine sesi bastırmayı seçtim. Boğazım parçalanıncaya kadar bağırdım. Bir şarkı söyledim. Adını hatırlamıyorum şimdi.
Anlatmadım ben. Ne kadar konuşsam da anlatmadım. Kalabalığın içine karışıp saklanmayı seçtim. Adına aşk de veya deme. Öyleydi. Adını bende koyamadım şimdi. Öyle birşeydi. Zordu ama. Bir öncekinden daha zor veya daha kolay değildi. Saçmaydı, anlamsızdı. Sinir bozucuydu hatta belki. Yalanlar vardı. Hergün biraz daha büyüyen, büyüdükçe üzerimize düşen yalanlar. Sessiz kaldım. Anlatmak istemedim değil. Sessiz kaldım. Anlayamazsın! diye bağırmak istedim. Anlamak istersin belki, anlamaya çalışırsın hatta ama anlayamazsın. O zaman söyleyecek birşeyim yok benim de. Hep böyle oldu zaten. Ne zaman bağıra çağıra bir şarkı söylesem bir kadın geldi ve ağzımı kapadı. Güç kullanmasına gerek yoktu. Sus dedi, sustum. Zaten hiç konuşmamıştım.
En çok yoldaydım ben. Kalabalıktan daha kalabalıktı yollar, en büyük sesi orda duydum. İçimdeydi çünkü hepsi. Beden biraz yalnız kaldı mı, ruh dinlemez başlar konuşmaya. Herşeyi yüzüne vurur acımadan.. Yenilirsin. Yollarda yenildim en fazla.
Şimdi hatırlıyorum biraz. Kalabalıktı, yorgundum. Uyumalıydım. Sonra bir şarkı vardı adını hala hatırlayamadığım. Kim söylüyordu sahi? Biraz düşündükçe çıkıyor sanki bir yerde... İçimden.
O aşklar yoktu. O şarkı yoktu. O kalabalık yoktu....
Yollar vardı...

11 Nisan 2008 Cuma

uyumadan büyüsün, ninni...

Tektik. Çoktuk. Büyüktük. Küçüktük. Güçlüydük. Zayıftık. Akıllıydık. Aptaldık. Öyleydik ya da böyleydik. Her halimiz bir sebepti. Çok fazla gerekçeleri vardı. Üzerimize bırakılmış onca hataya, onca yaşanmışlığa gösterecek çok gerekçeleri vardı. Bizi büyütmek için işaret ettikleri nedenleri çok geçerliydi onların.
Aslında onlar istemedi bunları yüklenmemizi(!) Biz sebepsizce, kendi kendimize aldık bu yükleri(!) O yaşta o kadar susamıştık ki ecele, kendimiz istedik erkenden büyümeyi(!) Gözlerimizi hatalara açtık biz. Bazen o “hata”lardan en büyüğüydük kendimiz. Hiçbir şey yaşamadan çok şey öğrendik aslında. Zaten bu yüzden bu kadar fazla temkinli veyahut bu kadar fazla şaşkın bekledik başlangıç noktasında. Yaşamamıza izin vermeden öğretmeye çalıştılar bize her şeyi. O yüzden gidip çattık en tekinsizlere ‘iyi’ diye. Tecrübe etmemize izin vermeden bıraktılar o yükleri omuzlarımıza. Sahibi dahi olmadığımız acıları taşırken bu yüzden yanlış limanlarda dinlenmeye uğraştık. Bizi o kadar çabuk büyütmek istediler ki, içinde kaybolduğumuz hatalar yaptık bu yüzden. Ruhumuzun saçlarını çabuk ağrıtıp, dizlerine ağrılar çökerttik. Daha yeni başlamış olmamız gerekiyorken çoktan ‘keşke’ler çekmeye başladık biz. Erken büyüttüler bizi. ‘ister misin?’ diye sormadılar. Haber bile vermediler. Sadece söz verdiler, onu da tutmadılar zaten. Zamanla kabullenmediler. Onlar inkar sığınaklarında büyümeye çabalarlarken, biz çoktan düşmüştük yollara ve zaten çoktan büyümüştük onların hatalarıyla. Yoğrulmamıştık, mayalanmamıştık. Malzememizi boca edip ateşe verdiler bizi. Çatlak çatlak oldu her yanımız, ‘oldu’ dediler. Büyüdük zannettiler. Sırf onların yüzünden, sözüm ona, kendi hayatımızı karmaşadan başka hiçbir şeye benzetemedik. Dün ‘agu’ dedik, bugün pişmanlıklarda sessiz kalıyoruz işte. Kamburlaşmış hörgücümüzde onları ve kendi acemiliğimizden yaptığımız hataları taşıyoruz. Her geçen gün ağırlaştı da artık alıştık. Onlar olmazsa eksik kalırmışız gibi.
Koca koca kesitler koptu hayatımızdan. Geldiğimiz yerle vardığımız yerin arası belirsiz. Olduğumuz yerle gideceğimiz yerin arası da belirsiz. Alıştık ki.
Aynalar koydular etrafımıza. Hiç sormadılar. Bizim tercihimiz değildi. Bir sabah uyandığımızda bedenimizden daha büyüktük.
Masallarımız olmadı bizim. Prensler uyandırmadı ya da tırmanmadık fasulyelere. Bebeğimiz olmadı bizim. Olsa da saçlarını kestiler ya da erkenden yok ettiler. Bir sabah uyandığımızda büyüktük. Şimdi kendi masalımızı bile bulamadık. Biz ‘biz’ olamadık. Sahibi olmadığımız acıları çektik. Kaçmamıza bile izin vermediler. Silahsız savaştık. Yaralandık. Yaralarımızı kendimiz yaladık. Bilemedik, bazen kaşıdık. Güçsüz kaldık, gelip tekrar kanatmalarına karşı koyamadık. Duvarlarımızı örmek için çok geç kaldık. Bir sabah uyandık ve büyümüştük.
Gözümüz arkada kadı. O, hızlı geçip de etrafta neler olduğunu göremediğimiz güzel diyarlarda. Dönüp baktık, bir şey göremedik. Biz oraları hiç bilemedik. Masalımız bile yoktu bizim.
Çaresiz, oturup erken hatalarımıza yakındık. Belki yeni akıllandık, onları adam yerine koymamaya başladık. Ama göremedik o diyarları. Bir sabah uyandık ve çoktan büyümüştük.
Hiç masalımız olmadı bizim. Gerçeğin vurduğu kırbaç izleri kaldı ruhumuzda. Ağlamamıza bile izin vermediler. Gözlerimizi sımsıkı yumabildik en fazla. Kendi masalımızı uydurup uyuduk sonra;
bir varmış bir yokmuş
ya da hiç olmamış
zaten en güzeli buymuş.

Yine Git

An ruhun sıkıştığı zaman hissedilebilir ancak. O andan çıkma yalvarışları hissettirir bunu. Koskoca bir gürültü içinde içten içe çığlık atıyorsan, hissedersin o anı. O an ruhun sıkışır bir metre kareye. Koşarak kaçmak istedim. Hemen, hiç düşünmeden.
Herşeyi orda bırakıp, deniz kokusu içinde yürümeyi istedim. Herşeyden fazla. Canımı acıtan her neyse işte o zorladı beni. Gitmem gerekti, gittim.
Bir an kaybolmak istedim, kimse yerimi bilmesin istedim. Uyuyor desinler istedim. Hatta yok desinler... Yok olmam gerekti, oldum.
Anlatamam dedim. Anlatmadım kimseye. İçinden akıp geçen, geçerken köklerimi söküp alan o anı hissettim. Çok ses vardı. Duymak istemedim, duymadım. Diğerleri gibi olamadım yine. Özleyemeden özledim, sevemeden sevdim. Dokunamadım yine. Diğerleri gibi. Anlatamadım. Hissettim oturduğum yerde canımı acıtan her neyse işte onu.
Sıyrılmam gerekiyordu o kalabalıktan, gürültüden. Tek kalıp, yok olmalıydım bir süre. Anlatmamalıydım kimseye. Unutmaya çalışmalıydım. Yoktu, hiç olmadı demeliydim içten içe. Zordu. Yine zordu. Bir sonrakinden daha fazla değil, ama zordu. Gitmem gerekiyordu...Gittim.
En son bir sonbahar gecesi vardı bu garip his. Yine kapımı çaldı utanmadan, çekinmeden. Sıkı sıkı kapadım kilitleri, ışıkları söndürüp arkasına oturdum kapının. Hava dahi girmesin diye.
Herkes uyuduğumu sanıyordu, midemin ağrıdığını...Hiç uyumadım ben, kalbim ağrıyordu. Gitmem gerekti.. Gittim.
Yine.

5 Nisan 2008 Cumartesi

Gerçekten Öğrendiysem Eğer?

Onlar gibi değiliz dedi. Yapamıyoruz, daha doğurusu başaramıyoruz. Bu yüzdendir ki ömrümüz boyunca mutsuz olacağız. Bu iyi birşey mi bilmiyorum dedim. Kötü demeyelim, sağlıksız diyelim dedi. Doğru söylüyordu. Doğru söylüyordum. Galiba anladık dedim içimden. Gerçekten öğrendim bu sefer. Evet bu böyleydi, olmak zorundaydı. Rotasız yaşamak, sınırsız koşmakmış bizim resmimiz. Beyazdan yoksun bir tabloymuş hayatımız. Öğrendim. "Biz en çok siyahi sevmiştik" bir de. Onlar gibi değiliz, biz başkayız. Biraz hastayız belki, zoruz, zorunluyuz. Ama böyleyiz. Bunun adı kabullenmek değil, öğrenmek. Öğrendik. Neden bu kadar yıprandığımı öğrendim dedim. Başka hayatlara süzülmeyi, başka bedenlere sokulmayı, ruhlara sızmayı biliyoruz. Tanrısal belki. Ya da Tanrı'nın dahi haberi yok.
Öyleyiz dedik. Öyleyim dedim...
Yaratımın göz yaşları bunlar, benim değil. Asla ağlamamışım meğer. Başka bedenler öğrenmiş bunu en fazla. Ne kadar öteye itsem de öyleymiş. Mutluluğun peşinde koşmamayı öğrendim. Mutluluğa inanmamayı. Duyguyu yok etmeyi, ama bir o kadar içinde boğulmayı...
Parçalara bölünmek zorundayımışım. Onlar ne kadar yemeğe, uykuya muhtaçsa, parçalanmaya muhtaçmışım. Ben parçalanmadan, un ufak olmadan parçaları toplamazmışım...Mutsuzum ben, bunun adı kabullenmek değil. Öğrenmek.
Onlara bir sınır çekmeye çalışmışım. Ama asla kırmızı çizgiyi görmemişim. Yitirmişim hepsini. Görüyorum şimdi, anlıyorum. Böyle olmalıydı. Oldu.
Peki gerçekten öğrendiysem eğer?
Varsan varım.
Yoksan varım.
Varsan yarımım.
Yoksan Tamım.

Onlar ve biz varmışız. Biz olamayız asla. Ve de onlara karışamayız. Mutsuz olmak zorundayım. Bölünmeye, karışmaya, yükselmeye, kaçmaya, terk etmeye, vazgeçmeye. Zorundayım.
Ne kadar az, o kadar fazla.
Ne kadar kayıp, o kadar burda.

geçti

Bu defa hiç olmadığın kadar yoksun.
Boşluklarda asılı kalıyor bakışlarım.
Ve içim, yokluğundan daha da boş şimdi.
İşlevini yitirmiş gibi.
Çektiğim soluğun anlamsızlığı çarpıyor yüzüme.
Anlamsız, evet.
Yaşamamı sağlamıyor ya da yaşadığımı hatırlatmıyor bana.
Dram mı bu?
Duygu sömürüsü?
Senin anlayamayacağın kadar anlamlı bir şey bu.
Bunca zaman aşağıladığın onca düşüncemden daha dolu.
Komiktir ama değil mi, yine de karşımda sen varmışsın gibi konuşuyorum.
Hala sana bir şeyler anlatmaya çalışıyorum.
Seni sessizliğimle cezalandıracağıma, inatla konuşuyorum.
Varlığımın, çatlattığın yerlerinden sızan cümleler... tutamıyorum.
Tutarsam beni zehirleyecekmiş gibi.
Konuşmak bir yana haykırmak var aslında.
Ses tellerim düğümlenene dek bağırmak.
Sinsice dokundurduğun her diken için ayrı bir incinmişlikle anlatmak derdimi.
Evet, seni sessizlikle cezalandırmak yerine yüzsüzce fark ettirmek.
Hatta “al yaptığınla gurur duy” dercesine fırsat vermek sana.
Fütursuz kahkahalarına inat tüm tuzu ve sıcaklığıyla ağlamak karşında.
Sandığının aksine…
“gücüm tükendi” yerine,
“benim bir ruhum var, seninkinin yokluğuna inat!” diye kastetmek aslında.
Karşında bir ayna olmaya çabalamak.
Zıt olanı gösterip varlığını sorgulatmak.
Ruhumun, emdiğin tüm zamanlara inat, yine de var olduğunu göstermek.
Ve onun, hastalıklıca haz duyulası yokluğundan çektiği acıyı senden gizlemeye çalışmak. Yaşlardaki gururun ardına saklanmış acı..
Tuzdaki giz belki de.
Ciğerlerimi dolduramayan hava.
Anlam teşkil etmekten çoktan vazgeçmiş bakışlarım.
Rol kesen göz yaşlarım.
Ve habersiz sen.
Ruhumdaki kaçak, koskocaman yalnızlık.
Nefretin arkasına saklanmaya çalışıp kendini kandıran zavallı.
Hayale yazılmış mektup…

1 Nisan 2008 Salı

Artı Bir

Bu kez tam ortadan ikiye ayrıldım. Dondum kaldım. Fazla sıkıldım. Aslında bu kez diye başladım ama, çoğu zaman böyle. Kabullenme içindeyim. Huzurla nefes alacağım o araf hiç bir zaman gelmeyecek, bunu öğrendim. Çok şey öğrendim bu sene içinde, bunca sene içinde. Çok bilmek belki en çok yoran şey. Malesef çok biliyorum. Megolomanca belki ama öyle. Ömür haritanız fazla girintili çıkıntılıysa...Hayatınız bir ege kıyısıysa öyle oluyor-muş. Zamanla daha az yorar oldu aynı dertler. Giderek daha çok üzülsen de daha az yoruluyorsun. Bağışıklık kazanıyor ruh bir yerde. Zaten hüzün dediğin de yağmur gibi, bir kez ıslandı mı insan, bir kez nasibini aldı mı gökten inenden ha bir damla eksik ha bir damla fazla. Şemsiye açmaya, sığınmaya gerek yok. Gereksiz hüzünden sıyrılmak. Ha bir damla eksik ha bir damla fazla... Biriktirmeye başlıyor sonra ruh. Daha çok, daha çok. Bedenin taşıyamayacağı kadar çok. Tembellikten değil yoksa bir çok şeyi ertelemem.. Ağır benim bedenim, ruhumdan ötürü...
Gelip gitmeler arasında geçiyor zamanım. İyi olmak ve kötü olmak üzere. Buıgün iyiyim diyemiyorum hatrı sayılı bir zamandır. Şuan iyiyim diyebiliyorum bazen. Şimdi iyiyim. Az önce kötüydüm. Bu gece kötüyüm. Bu sabah iyiyim. Bütün bir gün iyi olduğum zamanları hatırlamıyorum. Uzun zaman geçti.
Kafam karışık her zamanki gibi. Ama daha bir huzurluyum böyle. Bağışıklık kazanıyor ruh diyorum ya. Net olduğum zaman daha çok korkuyorum, daha çok güvensizleşiyorum. Kafam karışıkken daha bir ben olduğumun, herşeyin olması gerektiği gibi olduğunun farkında oluyorum. Kafam çok karışık yine. Yine orta yerimden ayrıldım. Birleşmeye çalışıyorum. Sağı ve solu toplamaya çalışmaktayım...zamanla geçmez biliyorum. Zamana inanmıyorum

14 Mart 2008 Cuma

Direnç-İnanç

Az kaldı biliyorum.
Ama yine de ruhumdan bir kaç parça şey -artık neyse o- direnmekte zorluk çekiyor. Çoğu kez bunu söylüyorum. Az kaldı.
Uzun zamandır sabrediyorum, direniyorum. Sıkıştığımı hissediyorum, bir kaç metre karede futbol oynuyor gibiyim. Çarpıyorum, düşüyorum, canım acıyor. En kötüsü bu ufacık alanda çoğu kez kayboluyorum.
Hiç hırpalanmadığım kadar hırpaladım bu sefer kendimi. İnsanların bana zarar vermesine daha önce hiç bu kadar izin vermedim. Evet izin verdim. Bile bile yaraladım kendimi. Ama bu sefer üçüncü çoğul şahısları soktum araya, kendi kendime yapmadım. Bıraktım onlar acıtsın canımı. Herşeye eyvallah diyebilecek kadar da büyüdüğümü gördüm.
Ondokuzumu görmeden. Artık gereğinden fazla sıkıldım. Yollarda kalıyor bir kaç parçam trenlerde, otobüslerde, paldır küldür minübüslerde. Çok yoruldum, bu bir kaç ayı beklemek kadar zor birşey yok artık gözümde. Ha sen bunu da bekle, gerisinin içine edeyim diyorum çığlık çığlığa...Direniyorum.
Hiç sabretmediğim kadar sabrediyorum. Bir kaç metre kareden çıkıp gitmek için. Teker teker özür dileyip, herkesi unutmak için...Bileğime dövmemi yaptırmak için. Çok üzgünüm, direniyorum.

9 Mart 2008 Pazar

git

çok şeyler yazmak isterim de beyin kıvrımlarım birbirine dolanmıştır, beceremem.
ruhumun çıkmaza dayandığı bir noktadayım bu konuda.
dinleniyorum.
dinlenmeye gidiyorum.
kimseler okumuyor, biliyorum.
olur da okunursa bilinsin istiyorum:
bilmediğim çatlaklar var.
sızım sızım bir şeyler akıyor.
tasa içinde değilim ya, bazen sızıldıyor bilmeden..
inceden inceye hassasım da inciniyorum.
biliyorum, ne bok yersem kendim yiyorum.
biliyorum, neye ağladıysam sebebi bendim.
biliyorum, sızlıyorsa eğer ben izin verdiğim için açıldı da sızlıyor.
dinlenmeye gidiyorum.
iyi olmadan dönmeyeceğim.
bu boku yemeyeceğim.
gidiyorum.

15 Ocak 2008 Salı

sanırım sonunda kanamaya başladı..

‘Anlatamam’ dedim bugün Yaprak’a.
‘Çaresiz kalıyorum ve belki de günlerdir gördüğüm kabusların nedeni bu’ dedim.
Herkes biliyormuş gibi davranıyor ama kimse bilmiyor aslında.
Kimseye anlatmıyorum çünkü.
Anlatamıyorum.
Rahatlatmayacak anlatmak.
Daha dün denedim, biliyorum.
Aşınmasından korkuyorum.
Bu defa inancımın peşinden gitmek istedim.
Gözümü karartmak istedim belki biraz.
Ama önümde koskoca duran o duvar…
Ve benim o duvardan daha kocaman çözümsüzlüğüm.
Ben çözüm bulamıyorsam başka birisi hiç bulamaz zaten.
Çözüm, kaçmak değil.
Dinlememi istediği o şarkıyı melodisi için göndermedi bana.
Benim anlamaz davranmam kırdı mı onu bilmem.
Tek bildiğim bunu yaparak yine kendime suçluluklar edindiğim.
İstediğimce reddetmeye çalışayım:
parçalanıyorum ama dayanamıyorum
etrafıma bakınıp seni görememeye
daha fazla yanımda olmadığın sürece
bir daha göz yaşı dökmeyeceğim

benim için çok mu farklı bundan sanki?
Ağlamadım hiç onun için.
Az önceye dek.
Bir yazı.
Okuduğunda onu yaralamasından korktuğum bir yazı.
Okuduğumda beni yaralamış olan o yazı..
Karanlığında kaybolmuyorum artık.
Kaybolunan bir karanlık varsa, ikimizin beraber kaybolduğu karanlıklar olacaktır bunlar.
Sandığımın aksine yanımdasın çünkü.
Bunca zamandır boşa çıkmış onca inancıma inat sen sahicisin.
Ama şimdi bir karanlığa girmekten ve hiç çıkamamaktan çekiniyorum.
Ağladım.
Okuduklarım karşısında dizlerimi karnıma çektim, istemsizce ellerim ağzımı kapattı ve hıçkırmaya başladım.
İlk defa korktum çünkü.
Seni kaybetmekten korktum.
Bundan korktuğum için korktum.
‘Anlatamam..’dedim Yaprak’a ‘..ruhumda eritmem lazım önce.’
Fark edip kabullenmem gereken şeyler var.
Sormaktan korktuğum ama sormam gereken sorular var.
Bugün ilk defa korktum ve ağladım.
Ruhum acıdı.
Benim ruhuma kaynamaya başladığı yerden çekiştirdi birisi sanki onun ruhunu.
Nefesini hiç hissetmedim.
Kalbinin sesini duymadım hiç.
Bakışları bile gezinmedi yüzümde.
Ama sevdim ben onu.
Düşüncelerini sevdim.
Ruhunu sevdim.
Bu yüzden bedenimden çok içerde.
Bu yüzden onunla ilgili kaygılarımı 'ruhumda eritmem lazım önce'.
yanımda kimse yok
kabusların içinde kayboluyorum…

9 Ocak 2008 Çarşamba

Sus

Asla zamanı değildi,hiç değildi.Bazı şeylerin zamanı vardır.Üstünüze düşmesi için,sizin kaldırabileceğiniz kadar güçlü olmanız gerekir.Buna zamanınız vardır.Zamanı değildi.
Bazen duymak istemezsin,hiç söylenmemiş sayarsın.Ruhun,beynin birleşir,gerçeği kafana acımadan kazır.Kanarsın.Duymak istemezsin çünkü bir umudun vardır,günbegün daha da büyüttüğün bir umut.Söylenenler umrunda olmaz.Kim ne derse desin kaparsın kulaklarını.O kadar inanmışsındır ona. O öylesine senindir ki.
Asla zamanı değildi.
Uzun zamandır yukarı çıkmamıştım.Ayaklarım böylesine kesilmemişti yerden.Bulutları eziyorum.Aşşağı bakmaya cesaret bile yok şimdi bende. Bu bulutlar ki,gözlerimi kör eden,bu hava ki nefesimi kesen.
Oysa...oysalardan nefret ettim hep .Bayağdır umutluydum.Hiç bir umudum bu denli terketmedi beni.Bu kadar canımı acıtmadı,kanatmadı.
Ben uzun zamandır böylesine korkmadım,böyle üşümedim. Bunun ne olduğunu bilmeyecek kadar kaybetmedim kendimi. Bu rezil sonbahar günü.
Şimdi korkudan ayağa kalkamıyorum,uyuyamıyorum, uyanamıyorum.
Ben kimseyi bu kadar sevmedim,kimse canımı bu kadar acıtamadı.Kimse parçalara bölemedi.
Paramparçayım.
Bazı şeylerin zamanı vardır.Üstünüze düşmesi için,sizin kaldırabileceğiniz kadar güçlü olmanız gerekir.Buna zamanınız vardır.Zamanı değildi.
Yukardayım,üşüyorum,korkuyorum.
Aşağıya inemem.
Sus.

ruhun çıkmazındaki kayıp

Giden, geri kalanın içinde koskoca bir boşluk bırakmış kendinden hatıra. Öyle bir boşluk ki, tüm varlığımı salsam yine de dolduramazmışım gibi geniş. Büyük. Dipsiz belki. Dehlizleri keskin hem de. İçinde boğuluyorum. Doldurmaya çabaladığım o boşluk her zerremi emiyor. Nefesimi tıkıyor. Canımı yakıyor. Kim bilir, kanatıyor bile haberim yokken açtığı yaraları. Acımasıca yapıyor bunu hem de. Ve bir de 'o' da haberdar değil ettiklerinden. Belki de gözünü karartıp gittiğinde çoktan kapatmıştı bu hesabı. Paslı iğnelerle derinine derinine oyduğu o ruhun karanlık boşluklarından zaten haberi yok, çok belli. İşin kötüsü ya, ruhun da haberi yok bundan. Anlamlandıramadığı sızısını görmezden geliyor. Derdi olan, o boşluklara zerrelerini harcayan zavallı. Dolduramadığı karanlıklarda ışığını kaybetmekten dahi çekinmeden canının yanmasına sesini çıkartmıyor. Kurban gibi karşı koymasızca emdiriyor karanlığa kendi ruhunu. Hiçbir zerresinin dolduramayacağını bildiği o karanlığa boyun eğiyor giderek. Tükenmeye razı. Yaşanmış bunca acının gerçekliğine inat önce kendi ışığını yitiriyor, aydınlığıyla doldurmak için daldığı karanlıklarda. Yaralarına bastırmadan kanı dursun diye, sessizce ufalıyor boşlukta. Farkında bile değil kimse. Ufalıyor. Yok oluyor. Yine de inandığı mağruriyetini bırakmıyor. Giderken o da bir boşluk açar mı bilmiyor. Ama daha fazla yaralamak istemiyor ruhu. Susuyor. Kabulleniyor.. elinden hiçbir şey gelmiyor! İçinde yok olduğu karanlığa bir damla göz yaşı bırakıyor. Bir de kendi karanlığından bir tutam daha karanlık.. kendi ışığını da yitiriyor. Elinden hiçbir şey gelmiyor işte. Pes etmekse pes etmek! Gitmesi gerektiğine inanıyor. Gidiyor.

7 Ocak 2008 Pazartesi

Sana Nida'yı Anlatabilirim



Ben asla tesadüflere inanmam..Bir kaç yıl önce rahatça çıkabilirdi dudaklarımdan bu cümle.Ama artık çok geç. Ben tesadüflere fazlasıyla inanıyorum. Hatta ve hatta hayatımının bir tesadüfler zinciri, anlarımın da bu zincirin birer halkası olduğuna inanıyorum,uzun bir zamandır. Onu ilk tanıdığım günü pek hatırlamıyorum,ama çok sonraları her daim burnumda tüten bir dost olma sebeplerini çok iyi biliyorum. Biz onla bambaşka topraklarda,bambaşka bir güneşe bakan,başka ayçiçekleriymişiz. Zamanla bir fabrikada karşılaştık..Diğer paketlenen çekirdekler gibi teslim olmadık kimseye, vermedik tanelerimizi. Bir bütün olarak kalmayı seçtik. Çünkü diyebiliyorduk ki biz bedenimzile buyuz, ruhumuzla da. Bu savaştan kaçar kaçmaz aynı kasabada aldık soluğu. İkimzide oldukça yorgunduk ve birbirmize anlatacak çok şeyimiz vardı. "Dinler misin beni?"
Birbirimizi çok dinledik,çok konuştuk..Anlatacak çok şey, bir o kadar da çene vardı ikimizde de. Paylaşımdan daha çok sahiplendik belki. İşte tam da bu yüzden diyebiliyoruz ki,kendi kalemizi çevrelediğimiz günlerde içeri sızan ışığı birlikte paylaştık. Artık başka topraklarda,bambaşka güneşlerle beslenmiyorduk. Bir olmayı seçtik. Yalnız mıydık? Hayır. Kurduğumuz bu dünyanın etrafında başka insanlar da vardı. Onlarla kurduğumuz başka dünyalar. Ama bizim kalemiz başka,ışığımız birdi. O yüzden kalabalığı seçmedik,ufak bir kuytu, iki fincan kahve yetti bize.
Nida tanıdığım en büyük kadınlardan biri. O beni ne kadar güçlü görürse de ben kendimi, onun büyüklüğü önünde aciz hissetmekten sıyrılamadım. Çoğu kez o da farkında değildi, olmadı yapabileceklerine.. İsterse kaleyi güneşe taşıyabileceğine..Dönem dönem farketmedi mi? Tabii ki farketti. İçinde büyüttüğü denizin, rüzgarla savrulmasını tüm damarlarında hissetti. Ama canını sıkanlar oldu, acıtanlar. Bir türlü içinde çıkıp etrafa selam vermesini engelleyenler oldu. Zaman oldu, mekan oldu, insan oldu. Vazgeçti mi? Hayır..Vazgeçtik mi? Hayır.. O beni ne kadar güçlü görse de, her an yitip gidecek umutlarımı onun sırtına yükledim. Kimseye anlatamadığımı ona anlattım anlattım ki, yeri gelsin cesaret versin. Bir güç yüzüğüdür kendisi, parmağınıza uyuyorsa...Tanrı sizinledir. Bana uydu, Tanrı benimleydi. Çocukluğunu anlatır, bir çoğunuzun hayal edemiyeceği bir çocukluktur. Dört duvar arasında kaderini çizdiği çocukluğunu. Anlatmakla kalmaz,yazar,çizer gerekirse..anlamıyorsan çıkıp oynar. Kafana kafana vurur..Anlatıncaya kadar, sen anlayıncaya kadar.
Bu kocaman küçük kadın ne zaman, nerde olduğuma aldırmadan ensemde gezindi. Kulağımı çekti, dizlerine yatırıp popoma vurdu. Ben de onun. Çünkü benim ona, onun bana ihtiyacı vardı. Bunu hep bildik. Ama hiç pes etmedik.
Eğer bir yolunuz varsa ve karanlıksa bu yol,taşlar,mayınlar,tuzaklar varsa mutlaka yanınızda bir yol arkadaşınız olmalı. Bunu bana öğreten kadını sana anlatabilirim, belki inanmazsın ama o da sana seni anlatır.

Sana Barış'ı Anlatabilirim


Bir adamcık o.
Ruhu gövdesinden daha büyük, kocaman bir adamcık.
Elleri yüzünden büyük değil.
Bunu ölçüp burnunu kanatmayacak kadar akıllı üstelik.
Ve yine aynı elleri kalbi kadar iri değil.
Ve o, bunu ölçüp farkına varacak kadar cesur değil bu kez..
Belki de bu yüzden kendinin farkında değil çoğu zaman.
Duvarları var onun!

Zaman zaman kendisinin bile aşamadığı yüksek surları.
Aralarında nefes dahi bırakmadan üst üste koyduğu taşları ile ördüğü duvarları..
Şeffaflığından dahi korktuğu.
Dışardan sapasağlam duran, asıl içerden aldığı yaralarla oyulmuş taşlar üzerinde yükselen duvarları.
İçerde kendi kılıçlarına karşı kendi kalkanlarıyla savaşan.
Kimselerin girmesine, zarar vermesine izin vermediği; gün ışığının bile kendi izin verdiği sürece aydınlatabildiği kalesinde kendi açtığı yaraları kendi kanatan ve hatta kendisi yalayan..
Savaşlarını sakınan, kimseyi ortak etmeyen.

Aslında kalabalıklar içinde ama bir o kadar da kendi dehlizlerinde kayıp.
Gözünden akacak yaşı sakınıp başkalarına omuz uzatırken yeşillerinin ardındaki karanlıkları çaktırmayan.

Ama büyüdükçe kendisini dahi umursamadan coşkun şarkılar söylerken, ibadet edercesine raks ederken, o tehlikeli cumbaya adım attığı andan itibaren ruhunu askıda bırakarak, sapasağlam bir Hamlet, kimi zaman Neon, en haz alarak da beş parmaklı oğlum Bozon olurken hiçbir işe yaramadığını savunup farkına varmadan bizim gözümüzü alan.
Küçücük gövdesiyle en çıkmazlarda karşımda sapasağlam dikilen.
Yanında hayallerin en mümkün hale geldiği; çünkü inancıyla tanrı gücünü bile içimde buldurtan. Gelişiyle hayatı birkaç saatliğine dahi olsa basitleştiren.

Diyorum ya, çünkü güç veren! İnandıran!
Şu sıralar ruhunu, benim de an itibariyle icrada bulunduğum, “illet-i güzide”ye kıstıran.
Adamcık o..

Devliğinin farkına varmadan kendi kalesinden kafa tutan!
Tanımam gerekiyordu o’nu..

Karşılaşmamız gerekiyordu.
Kadere en inandığım zamanlardan birisidir onunla tanışmamız.

Ömür haritamıza daha rahme düştüğümüz gün işaretlenmiş kavşaklardık biz birbirimiz için. Ama tanrı bu noktada bir sistem hatası yaşamış olacak ki bizi bir araya getirmesi farkına dahi varmadığımız tesadüflerden kat be kat aleniydi.
Pusulalarımızdaki gizli adalardık.

O adalardaki sandıklardık.
Sandıkların içindeki değerli taşlardık.
Büyülü taşlardık.
Ömrümüz boyunca boynumuzdan çıkartmamamız gereken taşlardık.
Bu kadar alelacele ve hesapsız bir araya getirilişimiz inandırır beni tüm bu gerçeklere.
Lütuftur o benim için.
Gökten düşmüş elmanın kurdudur.
Beynimin en sivri kıvrımıdır.
Öldürmek isterim zaman zaman o’nu..

Ruhumu bu denli arıtması rahatsız edicidir.
Hem de farkında olmadan yapması sinir bozucudur.
Ve o’na böyle bir durumda yarayamamak suçluluk vericidir.
Ama alıştım kalesine, duvarlarına, surlarına..
Kolay olanı seçtim belki.
Ama ne yaptımsa görünen yara izlerine saygı duyup canını daha fazla yakmamak adınaydı.
O’nun bana olduğu kadar ben o’na dost olamadım çoğu zaman, biliyorum.
Şikayet etmedi bundan.

Ve gıdım esirgemedi maneviyatını benden.
Gün gelir de kafasının üzerinde bir hale belirirse şaşırmam; ” Geç kalmış bir uzuvdu” der, güler geçerim.
Şu bir sayfa mübalağadan daha da takdire şayandır.
Yıllardır benimleymiş gibi, tanıdık sessizlikle dinleyendir derdimi.

O’nun sessizliği, benim gece uyumadan önce yüzleşip şaşırdığım içimin sessizliğidir.
Üşütmez, ısıtır beni.
Ruhumu paylaşandır.

Benim düşüncelerimi kendi cümlelerine giydirip bana kanıksatandır.
Hayır, çalmaz!
Kendime anlatamadığımı o anlatır bana.
Benliği kör çıkmazlarla örülü, hayatın boşluğunu çoktan doldurmuş, cennetini dünyaya indirmiş, irislerinde taşıdığı kutsal gücü cömertçe dağılmış ve kendi lodoslarıyla ısınıp, kendi poyrazlarıyla üşüyen, gövdesi ruhundan küçük adamcıktır o.
Harikalar civarındaki bir şişe iksirden daha mucizevidir.