7 Ocak 2008 Pazartesi

Sana Barış'ı Anlatabilirim


Bir adamcık o.
Ruhu gövdesinden daha büyük, kocaman bir adamcık.
Elleri yüzünden büyük değil.
Bunu ölçüp burnunu kanatmayacak kadar akıllı üstelik.
Ve yine aynı elleri kalbi kadar iri değil.
Ve o, bunu ölçüp farkına varacak kadar cesur değil bu kez..
Belki de bu yüzden kendinin farkında değil çoğu zaman.
Duvarları var onun!

Zaman zaman kendisinin bile aşamadığı yüksek surları.
Aralarında nefes dahi bırakmadan üst üste koyduğu taşları ile ördüğü duvarları..
Şeffaflığından dahi korktuğu.
Dışardan sapasağlam duran, asıl içerden aldığı yaralarla oyulmuş taşlar üzerinde yükselen duvarları.
İçerde kendi kılıçlarına karşı kendi kalkanlarıyla savaşan.
Kimselerin girmesine, zarar vermesine izin vermediği; gün ışığının bile kendi izin verdiği sürece aydınlatabildiği kalesinde kendi açtığı yaraları kendi kanatan ve hatta kendisi yalayan..
Savaşlarını sakınan, kimseyi ortak etmeyen.

Aslında kalabalıklar içinde ama bir o kadar da kendi dehlizlerinde kayıp.
Gözünden akacak yaşı sakınıp başkalarına omuz uzatırken yeşillerinin ardındaki karanlıkları çaktırmayan.

Ama büyüdükçe kendisini dahi umursamadan coşkun şarkılar söylerken, ibadet edercesine raks ederken, o tehlikeli cumbaya adım attığı andan itibaren ruhunu askıda bırakarak, sapasağlam bir Hamlet, kimi zaman Neon, en haz alarak da beş parmaklı oğlum Bozon olurken hiçbir işe yaramadığını savunup farkına varmadan bizim gözümüzü alan.
Küçücük gövdesiyle en çıkmazlarda karşımda sapasağlam dikilen.
Yanında hayallerin en mümkün hale geldiği; çünkü inancıyla tanrı gücünü bile içimde buldurtan. Gelişiyle hayatı birkaç saatliğine dahi olsa basitleştiren.

Diyorum ya, çünkü güç veren! İnandıran!
Şu sıralar ruhunu, benim de an itibariyle icrada bulunduğum, “illet-i güzide”ye kıstıran.
Adamcık o..

Devliğinin farkına varmadan kendi kalesinden kafa tutan!
Tanımam gerekiyordu o’nu..

Karşılaşmamız gerekiyordu.
Kadere en inandığım zamanlardan birisidir onunla tanışmamız.

Ömür haritamıza daha rahme düştüğümüz gün işaretlenmiş kavşaklardık biz birbirimiz için. Ama tanrı bu noktada bir sistem hatası yaşamış olacak ki bizi bir araya getirmesi farkına dahi varmadığımız tesadüflerden kat be kat aleniydi.
Pusulalarımızdaki gizli adalardık.

O adalardaki sandıklardık.
Sandıkların içindeki değerli taşlardık.
Büyülü taşlardık.
Ömrümüz boyunca boynumuzdan çıkartmamamız gereken taşlardık.
Bu kadar alelacele ve hesapsız bir araya getirilişimiz inandırır beni tüm bu gerçeklere.
Lütuftur o benim için.
Gökten düşmüş elmanın kurdudur.
Beynimin en sivri kıvrımıdır.
Öldürmek isterim zaman zaman o’nu..

Ruhumu bu denli arıtması rahatsız edicidir.
Hem de farkında olmadan yapması sinir bozucudur.
Ve o’na böyle bir durumda yarayamamak suçluluk vericidir.
Ama alıştım kalesine, duvarlarına, surlarına..
Kolay olanı seçtim belki.
Ama ne yaptımsa görünen yara izlerine saygı duyup canını daha fazla yakmamak adınaydı.
O’nun bana olduğu kadar ben o’na dost olamadım çoğu zaman, biliyorum.
Şikayet etmedi bundan.

Ve gıdım esirgemedi maneviyatını benden.
Gün gelir de kafasının üzerinde bir hale belirirse şaşırmam; ” Geç kalmış bir uzuvdu” der, güler geçerim.
Şu bir sayfa mübalağadan daha da takdire şayandır.
Yıllardır benimleymiş gibi, tanıdık sessizlikle dinleyendir derdimi.

O’nun sessizliği, benim gece uyumadan önce yüzleşip şaşırdığım içimin sessizliğidir.
Üşütmez, ısıtır beni.
Ruhumu paylaşandır.

Benim düşüncelerimi kendi cümlelerine giydirip bana kanıksatandır.
Hayır, çalmaz!
Kendime anlatamadığımı o anlatır bana.
Benliği kör çıkmazlarla örülü, hayatın boşluğunu çoktan doldurmuş, cennetini dünyaya indirmiş, irislerinde taşıdığı kutsal gücü cömertçe dağılmış ve kendi lodoslarıyla ısınıp, kendi poyrazlarıyla üşüyen, gövdesi ruhundan küçük adamcıktır o.
Harikalar civarındaki bir şişe iksirden daha mucizevidir.

Hiç yorum yok: