5 Aralık 2009 Cumartesi

uyanıklıklarda rüyalar

Kızıyorum bazen.
Hem de çok kızıyorum.
Yolda yürürken sana söylenirken yakalıyorum kendimi
ya da kendi içimde seninle büyük kavgalar ederken çıkardığım gürültülere uyanıyorum.
Bir o kadar seviyorum.
Yine aynı yolda yürürken senin kulağına fısıldarmış gibi güzel şeyler mırıldanırken yakalıyorum kendimi
ya da karşımdaymışsın gibi gülümserken...
Bir film afişine bakarken o filmi seninle izlediğimi düşünüp onu hayatımın en güzel filmi seçiyorum.
Hayatımın en güzel sokaklarını ve yemeklerini de böyle böyle keşfediyorum ben, senin haberin yok.
En çok Çengelköy'de peynirli suböreği yemeyi seviyoruz mesela.
Sana haber vermeden seninle müzik bile dinliyorum ben, bazen dans da ediyorum.
Sen uyu daha!
Kitaplar alıp kese kağıtlarına sardırıyorum.
Haberin olmuyor ama aslında beraber seçiyoruz o kitapları biz.
Bu göğ var ya... aslında her sabah aynı pencereden bakıyoruz oraya ama sen bunu da bilmiyorsun.
Sen çoğu zaman beni bile unutuyorsun ama ben sana onu da haber vermiyorum.

29 Mayıs 2009 Cuma

yolculuk

"ölüm, okyanusta bir damla sadece..."

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Hayatı Iskalama Lüksün Yok Senin

"Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan "Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile karsılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin. Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz. Sen, "Ama senin için şunu yaptım" derken o, "şunu yapmadın" diye cevap verecektir. Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın. Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın. "Peki o ne yaptı" deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın. Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "Acılara tutunarak" yaşamayı öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki.... Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor. Kitap okurken de mutlu oluyorsun, unuttun mu? Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana. Yine içeceksin rakını balığın yanında. Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası.... Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun asolan yürektir.Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini..."

12 Nisan 2009 Pazar

hayatımın en keyifli tesadüfü; Neon.


iki gün önceydi. emek sineması'nda festival dahilinde, şahsıma armağan edilmiş bir biletle keyifli bir film izlemiş; baharın cezbine kapılmış aheste aheste yürüyordum istiklal'de. kafamda benim dahi sayamadığım kadar düşünce vardı ki, normalde binbir türlü küfür ettiğim insanlar gibi yürüyordum o kalabalığın içinde. bu durumda, hazırlandığım sunum yüzünden gün içinde sadece 45 dakika uyumuş olmamın da yadsınmaz bir etkisi olmalıydı.
kendimin dahi varlığını unutmak üzereyken arkamdan birisi bana sesleniyordu. hem de bu ses, ruhumun en yararlı gıdası olan o senfoniydi; neon'un sesiydi. daha farkına varamadan omzumdan yakaladı beni ve işte hayatımın en keyifli tesadüfü oluyordu 4 yıldır bilmem kaçıncı defa... çocukluğumda kaybettiğim hayali arkadaşımın cismini yakalamışım gibi, yıllardır görmediğim ve çok özlediğim birine rastlamışım gibi, çölde bir vaha gibi(oldu canım!), güneşi gören günebakan gibi, neon'u gören ondine gibi sarıldım ona. saçlarını karıştırdım, yanaklarını okşadım. bir daha sarıldım. bir daha sarıldım. delirdim, çok mutlu oldum. zaten kurtarılmak üzere olan günümü gelip kurtardı birkaç dakika içinde. hatta sonrasındaki birkaç günümü de kurtardı. sonra yetişmesi gereken ama yine geç kaldığı provasına koşturdu. ben de metroma yürüdüm.
dışardan nasıl göründüğü umurumda değil, komik miyiz yapmacık mıyız bilmiyorum ama bence en çok birbirimizin yanında kendimiz olabiliyoruz. bu yüzden bunca kalabalığa rağmen benim en çok ve en tek değerlim neon'dur. bunu da söylemekten zerre çekinmem, saklayayım da mahremim kalsın, demem. zaten neon kendisinin dahi bilmediği kadar benimdir ve bu yüzden ben ne kadar anlatırsam anlatayım onu asıl tarif eden ama telaffuza gelmemiş yüzlerce cümleyle o benim mahremimdir. superman veya spiderman değildir o. gökten inmiş bir melek olamayacak kadar da dallamadır esasında. o sadece benim kahramanımdır, benim kalacaktır.
tesadüflerin gücü adına; NE-OOON!

8 Nisan 2009 Çarşamba

ve zaman ağzımıza bir parmak bal çaldı...

Bahar geldi ve bir klişe kendini yeniden doğurdu; tüm satırlar "aşk"a teslim oldu.

Bu yüzden sabahları insanların çatık kaşları gevşemeye başladı, bu yüzden sakinleşti tüm adımlar... bu yüzden ifadelerdeki gülümseyişler eskisi kadar sakil durmuyor, bu yüzden yemekhane sırasında çatallar kaşıklara vurulmuyor... bu yüzden daha çok sarılıyorlar birbirlerine tüm mesafeleri saniyeler içinde kat edip, bu yüzden olur olmaz kahkaha atmaktan çekinmiyorlar... bu yüzden yorgunluklar kovalandı çoktan ve aşılmaz sanılan yollar yürünmeye başlandı birer külah vanilyalı dondurma eşliğinde... bu yüzden tüm karşıtlıklar hiçe sayıldı da umulmaz cesaretler kuşanıp yücelir oldu insanlar değerleri için.

Bahar geldi ve umut uyandı tüm karamsarlıklara rağmen. İnsanlığın üzerindeki kir pas, kısa bir süreliğine dahi olsa, halının altına süpürüldü ve beyin kıvrımları arasındaki atıklar sıyrılıp atıldı. Bahar temizliği yapıldı bedenlerde ve kıtalarda, bulutlarda ve toprakta...

Bu yüzden yağmur daha asil yağar oldu, bu yüzden çim kokuları daha acımasızca kuşattı dört bir yanı... bu yüzden ağaçlar takınırken en güzel takılarını, çağla bademler kütürdemeye başladı dudak aralarında.

Bu yüzden ben bu aralar kahvemi sütlü içer oldum ve bu yüzden bu aralar sabah sabah kese kağıtları içindeki hormonlu çilekler bana yapılan sürprizler oldu.

Karıncalar çıkarlerken toprak altından ve boğazdan geçerken yunuslar; herkes baharın saçlarından bir tutam yakılıyor ve o tutamda keşfediyor aşkını. sonra da omuz silkip dibine kadar yaşamaya çalışıyor bu aralar...

Dünya, her uykusunda gördüğü lakin sonrasında bir türlü hatırlayamadığı o muhteşem rüyanın en tatlı yerinde ağzını şapırdatıyor bu aralar.

16 Şubat 2009 Pazartesi

iki ihtimalden ibaret değildi, biz sadece bu kadarını sayabiliyorduk.

Kendimi sağlamca bir köşesine yerleştirebileceğim bir düzen arıyorum. Sırtımı hiç mesafe bırakmadan duvara dayamayı ve tek bir zerre dahi endişe duymamayı istiyorum. Öte yandan hayatımın böylesi bir bağlanmışlığı kabul edemeyeceğini de biliyorum. Hep beceremeyeceklerimi istedim zaten ben. Dileklerim hep en uzaktakilereydi. O kadar uzaktılar ki, gerçekliklerini görüp uyanmaya fırsatım olmazdı. Yakınıma gelselerdi de eğer, kör olurdum muhtemelen. Ama dün yaptığım körlük değildi. Apaçık gözlerime siper ettiğim parmaklarımın arasından seyretmekti gidişatı.
Dünün içinde birkaç günü yaşadım ben. Belki haftayı ve hatta ayı... Kendime ettiklerimi fark ettim. Ne istediğimi fark ettim. Kendi sınırlarımı silmeye başladım. Sınırların ardındaki “ben”le karşılaşıp çığlık çığlığa ağladım. Kendime inanamadım. Kendimden korktum. Ruhum vücudumu terk edip geri geldi resmen dün, hissettim. Bir süre bedenimi karşı koltuktan seyrettim. Umutlanmayı, hayal kurmayı, kendimi frenlemeyi, hayallerimden vazgeçmeyi, korkmayı, cesur davranmayı, endişeyi, açık yürekliliğimi, kendimi tutamamamı, hayal kırıklığımı, burukluğu, huzuru, özlem duymayı, sevmeyi, şüpheyi, hoşlanmayı bir gecede yaşadım. Tek telefon konuşmasında bir viraj daha döndüm hayatımda. Koca bir tecrübe edindim. Bir adam kaybettim. Bir kadın kaybettim. Kadın olduğunu zanneden bir kızla yüzleştim en sonunda. Suratına tokatlar savurmaktansa şefkatle sardım onu. İçimde bir yerlerde, düzenli soluklarla uyuyor hala.
Aynı gecede her şeyi terk etmeyi düşündüm hayatımda bilmem kaçıncı defa. Birilerine gidip “hiçbir şey sorma” deyip dizine yatmayı ve uyumayı istedim; kendime sarındım. Yıllar önce kaybettiğim huzuru buldum dün gece uykumda. Kurumuş kadar kana kana içtim o huzuru. Bu defa acı doğurmadım. Cahilliğim yüzüme vurulduğunda gülümsedim sadece. Asıl imayı en son ihtimalde düşünmüş oluşuma ve hala cahil olmama sevindim. Kendime ettiklerime rağmen hala koruma güdüsüyle yaşadığımı gördüm. Kendimi seviyorum diye kendimi korumaya çalıştığımı, birilerini bu yüzden durdurduğumu fark ettim. Suçluluk ve pişmanlık duysam da, sonrasında “iyi ki…” dedim.
Dün gece hayatımda bilmem kaçıncı defa “doğru zaman, doğru mekan” klişesiyle haklı bir “keşke” dinledim. En son yıllar önce yaşadığım ve artık hiç yaşamayacağımı düşündüğüm duygulara kapıldım.
Dün gece azgınca akan nehrimin yatağına en sonunda bir kürek daha atıp yolunu genişlettim. Dalgalarını sakinleştirdim böylece. Sonra birileri bana çok doğru zamanda bu hamleyi yaptığımı söyledi. Kendime olan inancımı geri kazandım. Lakin korkum dinmedi hala. İçimde bir yerlere korkuyla bakıyorum. Aynı şeyleri tekrar dehşetle izlemekten çekiniyorum.
Nehir, yatağın dibinden bir yerlerde bir çatlaktan su sızdırıyor ta çekirdeğime. Magmadaki kızgın sulara damla damla serinlikler akıyor. Cızıldayışları geliyor kulağıma ince ince. Magma sinirleniyor. Su, çekinse de bazen inadından vazgeçmiyor. Yakın zamanlarda çıkması muhtemel, acımasız bir savaşın keşif turları bunlar. Karşı tarafa belli etmeden güçlenen bir cephe varsa şayet, “n’oldum?” dedirtmeden basacak göz koyduğu yerleri. Ama iki taraf da eşitse hala, en çok bu savaşa mekan olan yerler acıyacak. Kimin kazanacağı da belli değilken, yine masumlar ölecek. Kimsenin de bir “dur” demeye vakti kalmayacak.

3 Şubat 2009 Salı

nedir yani?!

ne sıkıcıyım, ne tembelim. finallermiş! finalini yiyeyim! yararı olmadığı gibi zararı var bu salak olgunun. ziyadesiyle bezdirici. çok bilmişçe nasıl da inandırmış kendini gerekliliğine. uykusuzluklar, baş ağrıları ve serzenişler içinde uzadıkça uzayan üç hafta... kendini bilmez istanbul havalarında, eve gidip ders çalışmak üzere arkadaşlardan ayrılınılan sınav çıkışları ve final: dd ile inkılap tarihi dersinden kalıp gazeteci olacağına inanmak. suratına dil çıkartılıp kaçılması gereken komşunun çirkin çocuğundan ne farkı var bu işin?
tüm bu salak hengamede yaşanan ciddi olaylar... kuzen nişanlama, annenin doğum gününü kutlama, çekim yapma falan... ne derece başarılı olduğu muamma eylemler.
görülemeyen ve delicesine özlenen arkadaşlar var bir de. bunlarla bağlantılı, biralar, yemekler, kekler ve kahveler hatta. ah bir de bulunamayan sevgililer var. nişanlanan kuzenin ardından "hadi artık" dercesine atılan bakışlar ve "sana da nasip olsun inşallah" diyen teyze söylemleri var el bombasıyla havaya uçurmak istediğim. patavatsız m. var; cevapsız aramasına geri döndüğümde: "sevgili buldun mu diye merak ettim, ondan aradım." diyen, bilahare molotof kokteyli ile alev ateş yakılası.
bu ironik, karmaşık saçmalıklar ortasında histerikçe gülen ben varım. sinir krizlerimi kahkahalarla izleyen bölüm arkadaşım ö. var. büyük burunlu ve kemancı parmaklı... sınav aralarında içilen böğürtlen çayları ve ekşiyen mideler var. ben varım oralarda bir yerde. kendimi kaybettiğim ama herkeslerin kahkahalarla izlediği... zaman zaman eller var sonra sırtımda, hissedemediğim bazen ama sahiden seven ve destek veren eller.
üzülmek istemediğim için kimseye anlatmadığım kocaman gerçekler var. sonunda çok fena dağılacağım ama şu aralar hiç bu ihtimali düşünmek istemediğim gerçekler...
bense tüm bu durumların ortalaması alındığında, hayata saçma salak kulplar takan ergen kız mottoları sonucunu veriyorum. en güzide örneği görmek ister misiniz? bence istersiniz, buyurun:
"hayat şu aralar bir türlü eğitemediğim bir köpek gibi-benzetememenin dik alâsı-. halıya sıçıp duruyor. temizliyorum. yine sıçıyor. kapının önüne koyayım diyorum, aşağıdan aşağıdan mahzunca bakıyor. o kadar seviyorum ki aslında, kıyamıyorum. yüzsüzce gelip, halının ortasına yine sıçıyor."