14 Eylül 2010 Salı

Yazı, kaçış, sonbahar...

Keyfin kaçınca, şevkin kaçıyor. Şevkin kaçınca kalemin kırılıyor. Kalemin kırılınca yazı küsüyor ve seni inletene kadar direniyor. Dün Elif Şafak'tan da okumuştum bunu: "üç gün yazmasam, kapısında yalvarıyorum...". Ben seneyi aşkındır aynı vaziyetteyim. Tam ufak ufak ateşkes ilan ettiğimizi düşünmeye başlarken keyfim ya da işyerim bana kazık atıyor ve tüm altyapı çalışmaları boşa gitmiş oluyor. Ama kavgalar, gerginlikler, baş ağrıları, sızlanmalar, huysuzluklar derken Ankara yolları göründü. Sevgilim beni yolcu ettikten birkaç dakika sonra yazı dayanıverdi kapıma. Yazık ki ben onu ağırlayacak konumda değildim. Şimdi kafa dinlemelerdeyim. Yazıyla da ufak tefek cilveleşmelerde... Sevgiliyi özlüyorum ya, uyanık hemen de dayanıyor kapıma. Kan revan bir sektör dergisinden can hıraş kurtulmuşken, şimdilerde Ankara'da küçücük sakince bir kırtasiyede veletlere renkli kalemler satıyorum. Resim yapsınlar diye boyalar, defterler veriyorum. Dinleniyorum. Kitabımı okuyorum ve sevgilime yapacağım süprizleri düşünüp eğleniyorum. Özlüyorum. Öte yandan kardeş kadar kanımdan bir dostla dertleşiyorum geceleri, huzurla gidiyorum yatağıma. Söylenmelerden, mırıltılardan uzakta; açık ve net, sakince konuşuyorum. İçime akmıyor, arınıyorum ufaktan. Baş ağrılarım azalıyor, sinirlerim gevşiyor. Uçarak döneceğim İstanbul'da da hafiflikten uçarak dolaşmayı planlıyorum birkaç hafta. Zaten okul açılıyor. Sevgilimle el ele gideceğim fakültem, beni öperek yolculayacağı derslerim, temize çekeceğim ders notlarım, altını çizeceğim kitaplarım, soğuk yüzünde uyuklayacağım amfi sıralarım, sırasında bekleyip ne yemek yiyeceğimi merak edeceğim yemekhanem ve özlediğim arkadaşlarım... Hatta belki güneş cömert davranırsa birkaç gün üzerinde uzanacağımız serin çimenlikler... Uyanışım başlıyor. Renklendiğimi ve canlandığımı hissediyorum. Fakat hala heyecanlanmak için kendimi zorluyorum.