31 Ağustos 2010 Salı

21

Korkunç mide bulantısı, tipik migren ağrısı, ayağı vuran ayakkabılar, resmi tatilde dergide olmak-hem de boşu boşuna- ve mesai bitiminde sevgilinin gelişi... 21 böyle geldi bana. 'Kelepir' bir cafede mız mızlanırken sağ omzumun üstünden sarı bir mumla iniveren ufacık browni... Sevgilimin gözlerindeki mutluluk bana da bulaştı o dakikalarda. Son iki haftadır bana yaptığı pastalı süprizlerin en sevimlisiydi bu. 21'e üzülemedim bu defa. Mumumu üfleyip ona bakınca, onunla yaşlanacağımı hatırlayıp sevdim 21'i. Şimdiye kadarki tüm mumlarımın dileğiydi o, öyle de kalacak. Bunu bildiğimi fark edince de sevdim 21'i. Bu sabah uyandım ve kırmızı bir ruj sürdüm. 21 olmuştum ve mutluydum.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

21'e giden kırmızı yol ve bir avuç manyak

Pazartesi sendromlarını atlattık. Şimdi sıra 'salı sendromları'nda galiba. Sabahın 7'sinde çapsız bir abazanın 'aşkımm!' diye kulağıma tıslamasıyla otobüs durağı yolunda gözlerimi açabildiğim bugünde, beklediğimin ve alışılanın aksine sakinim. Evet. Valla da sakinim. Hatta motorda arkamdan 'pardon bu sizin galiba' diye cüzdanımı getirdiklerinde bile sakindim. 'Aaa...' deyiverdim sadece, düşürmemiş de evde unutmuşum gibi. Şu an dergilerin yetişemeyeceği ihtimaline karşı blog yazarken bile sakinim. Az önce malum sosyal paylaşım sitesinde bundan iki sene evvel yazdığım yazımın finalini, hiç alakam olmayan bir ilkokul arkadaşımın iletisinde gördüğümde dahi sakindim. 'Vay anasını...' diye mırıldandım kendime. Pazartesi sendromomu dün gece BSPlayer'ın hıyarlığı hasebiyle Lolita'yı izlememe izin vermediği an son deminden vurup bıraktım. Erkenden uyudum. Sabahın 5'inde koca bir patırtıyla üzerime düşen Soul Kitchen posterine dahi gülümsedim. Şu an dünkü suratsızlığından inatla vazgeçmeyen iş arkadaşım 'grafiker'e bile gülümseyebilecek kıvamdayım. Yani, son derece sinir bozucu ve pişkinim. Zira geçen haftaya göre tatil planlarımdan filan uzaklamış ve durumumu çoktan kabul etmiş vaziyetteyim.
Fakat uzaktan uzağa fırtınalı bir haftanın bana el salladığını görür gibi oluyorum. Malum, bu haftaki gündemim '21'! Hani şu haftanın sonundan yine lanet bir pazartesi günü ile birlikte acı acı gelmekte olan malum yaş... Kendisi öyle bir gelmekte ki, bir anda tüm herşeyi tepetaklak etti. Ne referandum kaldı kafamda, ne çıkması gereken dergi, ne ödenecek borçlar ne de verilecek kilolar. Zaten CHP'nin 'recebim' türküsü eşliğinde yürüttüğü bu muhalif çalışmayı da çok telaşlı ve güvensiz görüyor, 'boykot'çular sayesinde umudumu biraz daha yitiriyor, dergilerin her durumda zaten bok gibi çıktığını ve sadece 20 tane satabildiğini anımsıyor, borçları ödesem de ay sonunun yine malum yerime saplanmak üzere imal edilmiş bir takım 'kazıklar' eşliğinde geleceğini biliyorum. Bir kez daha 'vay anasını' derken yakalıyorum kendimi. Bir de az önce e-posta kutuma düşen Vespa basın bültenindeki kırmızı Vespa'ya bakıp bakıp iç geçiriyorum. Fotoğraftaki kızı kıskanıyorum. Ciddi ciddi almak istiyor, sonra zaten yeterince kıçı dağıttığımı hatırlayıp 'otur oturduğun yere' diyorum. Yine kendime tabi. İçimden. Blog yazılarımı bile güdüsel bir biçimde haber yazma tekniklerimle yazmaya başlamışken zaten, ne bu şiddet bu celal?!
Kendi içimde birtakım deliler besliyorum. Salak ve komikler. Hakikaten. En çok da sevgilimin yanındayken azıyorlar ve beni ele geçiriyorlar. İşte o hallere bayılıyorum.
Kırmızı bir Vespa alayım. Sonra gaza basıp '21'den geriye doğru kaçayım. Sevgilimi ve delilerimi de alayım.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Pazartesi Sendromu mu?

Bitkin uyandım. Terlemiştim de üstelik. Haftasonu sıcaklardan da uyuyamamışken... İşyerine yine 5 dakika geç geldim. Sabah giymek istediğim pantolonun içine sığamamışken kahvaltı filan etmek istemedi canım, tüm açlığıma rağmen. Oysa sevgilimle hafif esintiler arasında uyanmak, güneş vuran mutfağımızda kahvaltı etmek isterdim. Sonra da çay keyfini uzattıkça uzatmak... Otobüste ve motorda uyurken metronun klima soğuğunda uyandım ama. Kahvaltı da yalandı, çay da. Üstelik ofiste yüzleşmem gereken 'berbat' haberlerim, 'berbat' editörüm ve 'berbat' patronum vardı. Yolda sadece babamın dün akşam "bu son 50 liramız" deyişini anımsayıp dişimi sıkmam ve paşa paşa çalışmam gerektiğini dikte ettim kendime. Alışılırdı ki herşeye. Belki daha iyi olurdu giderek? Olmaz mıydı? Olurdu, olur. Bir de kilo vermem gerektiğini hatırladım. Zira içine sığmadığım pantolonlar çok mutsuz ediyor beni bu aralar. Sevgilimi özlüyorum ve zaman geçmiyor. Buluşup güzel yemekler yemek ve evime gidip kitap okumak istiyorum. Akabinde tamı tamına bir haftalık bir tatile kaçabilmek, güneşin alnında denizde yüzebilmek ve sevgilimle bir hamakta miskin miskin uyumak istiyorum. Okul açılsın bile isteyebilirim yakın zamanda. Makale yazmak, ders çalışmak, not almak vs... Kış gelsin de diyebilirim gaza gelip. Kazaklarımızı botlarımızı çekip ders aralarında sıcak çikolatalarla ısınmaya çalışalım. Dengesizlikler silsilesi içindeyim. Haberlerim kötü, canım sıkkın, karnım aç ve popom büyük.

10 Ağustos 2010 Salı

Sendromik

Ağustos ortalarına doğru, iş yerine gelen kötü yemekler, çıkışta umutla beklenen sevgililer, Neon başladı diye blog yazmaya başlamalar ve öğle araları... Alnımda ufak ve sık yağ butoncuklarının fırlamasıyla iş yeri giderek çekilmez olabiliyor. Sabah metroda bunu düşündüm: kendi işinin sahibi olmadığı halde, sevdiği işi yapsa dahi işe keyiften uçarak gidebilen insanlar var mıdır? Varlarsa eğer bir göreyim isterim onları. Varsa işin sırrına vakıf olmak-ki kendimde o potansiyeli pek gördüğüm söylenemez-, yoksa da el maharetiyle bu sevimsiz polyannacıkları öldürebilmek için. Hım, agresifim evet. Sevgilimle yaprakların arasından güneş sızan ağaçların altında kurulmuş bir hamakta tıngır mıngır sallanıp miskin miskin uyuklamak varken, buralar sinirlerimi cinlendiriyor haliyle. Yaptığım haberler de zaten ya haddinden uzun ya da haddinden kısa oluyor. Asla istediğim yeterlilikte olmuyor. Ağustos sıcağına bağlı mesai sendromu geçiriyorum. Kontrolsüz harcamalarım için de kendime kızıyorum zaten bu aralar. Yaptığım en düzgün şey, makul miktarlarda sevgilimi özlemek sanırım. O da benim işte olduğum saatlerce uyuyor olduğundan sendromumu içinden çıkılmaz bir hale getiriyor, işimi düzgün yapacağım varsa da yapamıyorum!
Elim yüzüm nem, yağ. Gidip çay koyayım da haddinden kısa haberimi yapayım. Sevgilim de uyuyadursun, ben akşama doğru özlerim onu.