14 Aralık 2010 Salı

Kusura bakma 2000bilmemkaç, 2010'a ayıp oluyor. Çünkü o giderken beni büyütüyor...

"hoşgeldin 2000bilmemkaç" bu, milenyumun son kapitalist darbesi ucuzlukçu dükkanlarından temin edilmiş kar formunda spreylerle yazılması uygun olan bir sevinç narası. Yaşamakta olduğumuz 2010 yılının bu son günlerinde birçok mağazanın- özellikle kuruyemişçilerin- vitrinlerinde görüyorum ben bu mesajı. Ben yılbaşını seven bir insanım. Yılbaşı geliyor diye sevinen, o akşam için hazırlıklar yapan, parası varsa sevdiklerine hediyeler alan, o geceyi sevdikleriyle beraber geçirmek isteyen bir insanım. Hele hele şu Aralık ayı itibariyle her yerin ışıl ışıl olmasından çocuksu bir haz duyan ve yerli yersiz "yılbaşı geliyo..."diye mırıldanıp sevinen bir insanım. Lakin bu az önce bahsettiğim sevinç narası da bana çok samimiyetsiz geliyor. Tamam, her yıl yeni bir başlangıçtır. Yeni umutlar getirir gelirken ve insanların çoğu bu yüzden bu kadar mutlulukla karşılarlar yeni yılı ama bu sevinç narası da geçmekte olan yıla biraz terbiyesizlik olmuyor mu? Valla bilmiyorum belki de ben çok melankolik, simgelere çok anlam yükleyen bir insanımdır. Ama bozuluyorum arkadaşım. Sonuçta belli bir yaşanmışlık var, bu kadar çabuk satmak ayıp. Hiç mi güzel bir şey yaşamadın bu geçmekte olan yılda? Hiç mi kıyak yapmadı sana? Anlamıyorum yani. He şimdi diyeceksiniz ki, "madem bu kadar mualifsin sen neden seviniyorsun yeni yıl gelince?" Ben de bilmiyorum ki. O renklilik, o keyif, o umut benim hoşuma gidiyor. Ama bu esnada da geçen yıla kazık atarcasına bas bas bağırmıyorum "hoşgeldin 2000bilmemkaaaaağç" diye. Benim yılbaşı gecesi kutlamam sevdiklerimle beraber acısıyla tatlısıyla, aynı anda bir yıl daha yaşlanıyor olmanın hazzından ileri geliyor daha ziyade.
Neyse.
***
Ben bu aralar fark ettim ki blogumu çok günlüğümsü kullanır, bolca da saçmalar olmuşum. Kızdım kendime. Zira bu kelimelerimin bana küstüğü anlamına gelmektedir. Benim için korkunç bir hastalıktır bu, tedavisini hala bilemediğim. Yazmak kurtulamadığım bir takıntıdır ve yaşamımı idame ettirebilmem için en büyük gereksinimlerden birisidir ya hani, bu güdüm asla yok olmaz. Olamaz. Fakat kelimeler küstüğünde işler değişir, acayipleşir. Bu güdü devam ederken kelimelerin büyülerini üzerimden çekmeleri ile bünyemde korkunç bir sarsıntı hasıl olur. Yazmak için deli divane olup da kabızlaşır bir hal alır ruhum o an. Ve sonuçta, yazamam. Saçmalarım. İşte 'İllet-i Güzide' son zamanlarda bu kabızlık halleri hasebiyle az biraz kirlenmiş bulunmakta. Bu yüzden vicdanımdan ve güzide illetimden ne kadar özür dilesem azdır.
***
Kışın kalın ve kara battaniyesini alarak üzerime çökmesinin üzerinden çok zaman geçmedi. Sonu gelmez uykularım ve kronik keyifsizliklerim, hayatımda sahnelenmekte olan türlü aksiliklerden de yüz bularak 'ben'i işgal etmeye başladılar. Kızgınlıklarım ve kişisel azarlarım bu kan emicileri kışkışlamaya yetmedi. Fakat şimdi görüyorum ki yakın dostlarım çok güzel işler yapıyorlar. "Onuncu Katmanın Truvayı Keşfi" bunun en güzel örneği. Fotoğrafları az önce gördüm ve en kısa sürede gidip onları okkalı okkalı öpmek istiyorum. Tabii bunun yanı sıra ilk uzun metraj filmimiz de bitmiş ve adıyla beni bu gaflet uykumdan uyandırmak istercesine mail kutumda final nağmeleriyle peyda olmaya başlamış; "Yapman Gerekeni Yap".
Şimdi ben okunacak kitaplarıma bakıyorum, izlenecek filmlerime göz atıyorum. Binbir heves kayıt olduğum sosyolojinin ders kitaplarıyla kesişiyorum. Sevgilimin senaryo yazışını aşkla izliyorum ve de silkiniyorum... Benim bu kış uykularından uyanışım karın yağışıyla vukuu bulurdu ya, bu da büyüdüğümün ayrı bir alametidir, artık sırtıma yağanlarla değil gözümün gördükleriyle irkilip uyanıyorum. Böylece 2010 da gider ayak hayatta bir şeyleri daha öğrenebilmiş olmamın şerefine göğsüme kırmızı bir kurdela takıyor.
Şimdi kendime ve yaşam kaynağım, güzide illetime kocaman bir günaydın!!

2 Aralık 2010 Perşembe

Migrenik Krizler

saat 3e geliyor ve ben çıldırmamak için elimde tuttuğum tüm sebeplerimin sonuncusunu da az önce tükettim. bugüne başladığım saniyeden beri deliler gibi, sanki başka işi gücü yokmuş gibi, sanki tek migrenli benmişim gibi BAŞIM AĞRIYOR!! "Nietzsche de migren hastasıydı, hahah" diye keyiflendiğim günler, lanet olsun size. Salaklığımın haddi hesabı yokmuş meğersem. Kafamı duvarlara vura vura bayılmak istiyorum şu an. Başımın içinde kocaman bir kütle yüzüyor resmen. Hareket ettikçe de kafatasıma çarpıyor.
Günlerdir savaştığım uyku probleminin sonucu bundan güzel olamazdı sanırım. Cila dedikleri şeyi çekiyorum şu an. Buraya yazmaya çalıştığım tüm kelimelere yanlış harflerle başlıyor ve geriye doğru silip yeni baştan yazıyorum. Saatlerdir denemediğim iş kalmadı. Uyku, okuma, dinleme, ovuşturma, soda içme... dermansız çilekeşlere döndüm.
Bu hafta okula gitmedim, annemle kavga ettim, arkadaş teselli ettim, eğlenceli bir oyun izledim, bol bol baş ağrısı çektim. Yazmam beklenen bir senaryo var şimdi sırada. Ama aklımda tek bir hikaye bile yok. Kendime sakladığım hikayelerimden harcayacağım diye ödüm kopuyor. Saçmalayorum genel olarak. Bu arada NASA ne dedi, uzaylılar var mıymış hakkaten?

27 Kasım 2010 Cumartesi

Pamuk'a elmayı uzattan cadı değil, annesiydi.


Annem... aşklarımı hep komedi filmi izler gibi, yüzünde o alaycı gülümsemeyle dinledi. Ne kadar acıydı aslında, o an için bu dünyada en değer verdiğin ve inandığın şeyin küçümsenmesi. Ne gurur kırıcı, ne aşağılayıcı! İlk aşktan itibaren bu böyledir ve kocana kadar da devam edeceği gayet aşikardır.

Annemle kaçıncı evresindeyiz bu kırgınlığın bilmiyorum ama bu aralar gururla kurduğu cümle şu: "daha kimler gelir kimler geçer... " Sanki iyisi buymuş gibi. Sanki doğru olan kısacık hayatımdan milyonlarca insanın geçmesiymiş gibi. Ve beni buna ikna etme çabası... Buna inanmam için gözlerimin içine bakışı. En fenası, bunu 'annem' sıfatıyla yapması. Hani şu bana hayat boyu en doğru olanı öğretecek olan kadının... Sıklıkla da benim iyiliğimi düşündüğünü ima etmesi. Hayır, hayır gecikmiş bir ergenlik sürtüşmesi değil benimkisi. Açık ve net kırgınlık, kızgınlık ve düpedüz incinmişlik...

Hepimiz, annelerimizin hayatlarında yeni açtıkları birer temiz sayfalarıyız. Bir önceki sayfadan mutlaka daha beyaz, hatta mümkünse üzerinde hiçbir yanlış çizgi barındırmayan bir sayfa... Annelerimiz kendi hatalarından korkup bizim duygularımızı içimizden geldiğince, coşku dolu yaşamamıza engel olurlar. Hep 'daha gelip geçecek' birileri vardır. Her sevdiğiniz aslında yanlış kişidir ve siz dünyanın sekizinci harikasısınızdır. Beyaz atlı prensin gelmesi için zehirli elmayı ısırmanıza, yüz yıl uyumanıza ya da kaleden kurtulmak için saçlarınızı metrelerce uzatmanıza gerek yoktur. Çünkü zaten hiçbir kurtarıcı beyaz atlı bir prens değildir annenizin nezdinde ve bu yüzden hiçbirisini sevmemeli, hiçbirisine bağlanmamalıdır.

İşte bu yüzden büyüdüğümüzde bir de bakarız ki sevme yeteneksizi bir mendeburun teki olup çıkmışızdır. Kanserli gibi içimizde büyüttükçe zehirlenir hale gelmiş korkaklıkla üstelik... Sevmekten, sevilmekten, dokunmaktan, hayal kurmaktan, inanmaktan korkan bir kadın olmuşuzdur. Sevmeye kalkışsa da karşısını kan revan içinde bırakan bir caniye dönüşmüşüzdür. Annesinin hatalarını kendi hatası bellemiş ve hayattaki tüm hata yapma haklarını yitirmişçesine korunaklı yaşamaya çalışan bir kadın... Etrafına kendi özgürlüğünü hapseden duvarlar örmüş, gri bir gökyüzü altında 'güven' içinde yaşamaya çalışan bir kadın. O duvarlar arasında mutluluğunu ve umudunu günden güne gırtlayarak yok eden bir kadın... Üstelik baştan aşağı suçluluk duygusuyla kuşanmış! En büyük suçu da en affedilmez kişiye, kendine işlemiş bir kadın... Failini annesi olarak görmek için gecikmiş bir kadın...

Aynı ilkokulda öğretmenin, derste izin almadan konuşuyorsun diye suratına koca bir tokat indirmesi gibi. Hani hayat boyu konuşmak için hep birilerinin susmasını, size izin vermesini bekler ve kendini ifade edemez bir sosyopata dönüşürsün nihayet. Konuş dediklerinde konuşamaz olursun. Bu sefer konuşamıyorsun diye perişan ederler hani... Durduğun yerde, hiç de bir suçun yokken men ediliverirsin insaniyetinden. İşte öylesi bir kısır döngü içinde dönene dura kupkuru kalır, tükeniverirsin. Kanadıkça kanar, yine de tek kelime konuşamazsın.

13 Kasım 2010 Cumartesi

bık

İlk sınav haftamı bitirdim. Benim için çok avantajlı olabilecek bir iş görüşmesini kaçırdım, aynı gün ilk sınavımı da kaçırmıştım. Sonra Neon aradı, hadi film çekiyoruz koş dedi. Sınavlar takıldı ayağıma, koşarken yere yapıştım. Sınavlar bitti derken hayvan gibi gribim. Zorlu geçen bir gecenin ardından 'baba kahvaltı hazırlamış oh' diye sevinirken annenin nerede olduğumu öğrenmek için beni değil de babayı araması. Sinir harbi, gerginlik, acayip kızgınlık... peşinden tarifsiz bir sıkıntı hali. Öyle böyle değil ama, feci! Dişlerim acıyor resmen. Kendimi çok korkunç hissediyorum. O gerizekalı iş yerinden de paramı alamadım bir türlü! Gidip yakıp yıkmak, rezil rüsva etmek istiyorum ortalığı.
Nefes... nefese ihtiyacım var bir süredir. Güzel kitaplar, filmler ve fonda daima huzur verecek bir müzik. Baş ağrıtmayan, hafif bir şarap.
Toprağa basmak istiyorum yalın ayak. Sonra ıslak çimenlere uzanmak öylece. Derken babaannemin elini tutmak. Sarılıp gıdısından kocaman koklamak. O an yeniden yeniden doğmak. Kim bilir, belki de benim cennet tasvirimdir bu.
Giderek daha çabuk yorulur oldum. Daha çabuk sinirlenir oldum. Çözüm bulmaya çalışmaktansa topuklar... Sıkıntıdayım.
Yorgunum.

10 Ekim 2010 Pazar

Işık, biraz daha ışık...

Ailecek sıkılıyoruz bu aralar. İşlerimiz yolunda gitmiyor. Gerginliklerimiz artıyor. Derin derin iç çekişlerdeyiz. Bolca susuyoruz, nadiren tepki gösteriyoruz. Çünkü yorgunuz ve içimize atıyoruz. Hiç kavga edecek modda değiliz. O bile zor geliyor, feci bıkkınız. Annem susuyor, ben kapıları çarpıyorum, anneannem söyleniyor, sevgilim beni avutuyor. Ben tutup tutup kendimi, ağlayıveriyorum olmayacak işte. Elime çay döktüm, ağla. Parasız kaldım, anneden para aldım; ağla. Anneanne boş boş söylendi, ağla. Bunca şey üst üste gelmişken kışın gelmeye kalkışması da pek yersiz oldu tabii. Her ne kadar tavırlarımızla şu an kendisini ağırlamak istemediğimizi belli etsek de oldukça yüzsüz davrandı, gelip oturuverdi baş köşeye.
Bu sabah gözlerimi açtım. Sevgilim yanımdaydı, teni tenime değiyordu. O duygunun adı çok belliydi: huzur. Odaya çok tatlı bir ışık dalıyordu. Kış bugün pazar tatili yapıyordu. Güneş de onun dükkana bakıyordu bir günlüğüne galiba. Nefesi boynuma çarparken, kulağıma fısıldıyordu sanki: "geçecek bunlar da."... "kendimiz için yaşayacağımız zamanlar gelecek. sorumluluğumuzun sadece birbirimiz olacağı zamanlar"... devam ediyordu sonra da "hem de kendi evimizde... bu ışık bizim evimize dalacak. pazar sabahları kimseyi aramak zorunda olmadan uyanacağız. bu zamanlar da geçecek..."
Bıkkınlar ve yıkkınlardayız bu aralar. Geçer herhalde birkaç haftaya. Bakarsın birkaç aya kendi ayaklarımız bizi taşıyacak kıvama da gelir ve kış bir kere daha pazar tatili yapıp güneşe devreder görevi. Ve o sabah kendi evimize dalan o ışığın kucağında uyanırız. Niye mucize olmasın ki? Bence ona da biraz şans vermek gerek.

14 Eylül 2010 Salı

Yazı, kaçış, sonbahar...

Keyfin kaçınca, şevkin kaçıyor. Şevkin kaçınca kalemin kırılıyor. Kalemin kırılınca yazı küsüyor ve seni inletene kadar direniyor. Dün Elif Şafak'tan da okumuştum bunu: "üç gün yazmasam, kapısında yalvarıyorum...". Ben seneyi aşkındır aynı vaziyetteyim. Tam ufak ufak ateşkes ilan ettiğimizi düşünmeye başlarken keyfim ya da işyerim bana kazık atıyor ve tüm altyapı çalışmaları boşa gitmiş oluyor. Ama kavgalar, gerginlikler, baş ağrıları, sızlanmalar, huysuzluklar derken Ankara yolları göründü. Sevgilim beni yolcu ettikten birkaç dakika sonra yazı dayanıverdi kapıma. Yazık ki ben onu ağırlayacak konumda değildim. Şimdi kafa dinlemelerdeyim. Yazıyla da ufak tefek cilveleşmelerde... Sevgiliyi özlüyorum ya, uyanık hemen de dayanıyor kapıma. Kan revan bir sektör dergisinden can hıraş kurtulmuşken, şimdilerde Ankara'da küçücük sakince bir kırtasiyede veletlere renkli kalemler satıyorum. Resim yapsınlar diye boyalar, defterler veriyorum. Dinleniyorum. Kitabımı okuyorum ve sevgilime yapacağım süprizleri düşünüp eğleniyorum. Özlüyorum. Öte yandan kardeş kadar kanımdan bir dostla dertleşiyorum geceleri, huzurla gidiyorum yatağıma. Söylenmelerden, mırıltılardan uzakta; açık ve net, sakince konuşuyorum. İçime akmıyor, arınıyorum ufaktan. Baş ağrılarım azalıyor, sinirlerim gevşiyor. Uçarak döneceğim İstanbul'da da hafiflikten uçarak dolaşmayı planlıyorum birkaç hafta. Zaten okul açılıyor. Sevgilimle el ele gideceğim fakültem, beni öperek yolculayacağı derslerim, temize çekeceğim ders notlarım, altını çizeceğim kitaplarım, soğuk yüzünde uyuklayacağım amfi sıralarım, sırasında bekleyip ne yemek yiyeceğimi merak edeceğim yemekhanem ve özlediğim arkadaşlarım... Hatta belki güneş cömert davranırsa birkaç gün üzerinde uzanacağımız serin çimenlikler... Uyanışım başlıyor. Renklendiğimi ve canlandığımı hissediyorum. Fakat hala heyecanlanmak için kendimi zorluyorum.

31 Ağustos 2010 Salı

21

Korkunç mide bulantısı, tipik migren ağrısı, ayağı vuran ayakkabılar, resmi tatilde dergide olmak-hem de boşu boşuna- ve mesai bitiminde sevgilinin gelişi... 21 böyle geldi bana. 'Kelepir' bir cafede mız mızlanırken sağ omzumun üstünden sarı bir mumla iniveren ufacık browni... Sevgilimin gözlerindeki mutluluk bana da bulaştı o dakikalarda. Son iki haftadır bana yaptığı pastalı süprizlerin en sevimlisiydi bu. 21'e üzülemedim bu defa. Mumumu üfleyip ona bakınca, onunla yaşlanacağımı hatırlayıp sevdim 21'i. Şimdiye kadarki tüm mumlarımın dileğiydi o, öyle de kalacak. Bunu bildiğimi fark edince de sevdim 21'i. Bu sabah uyandım ve kırmızı bir ruj sürdüm. 21 olmuştum ve mutluydum.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

21'e giden kırmızı yol ve bir avuç manyak

Pazartesi sendromlarını atlattık. Şimdi sıra 'salı sendromları'nda galiba. Sabahın 7'sinde çapsız bir abazanın 'aşkımm!' diye kulağıma tıslamasıyla otobüs durağı yolunda gözlerimi açabildiğim bugünde, beklediğimin ve alışılanın aksine sakinim. Evet. Valla da sakinim. Hatta motorda arkamdan 'pardon bu sizin galiba' diye cüzdanımı getirdiklerinde bile sakindim. 'Aaa...' deyiverdim sadece, düşürmemiş de evde unutmuşum gibi. Şu an dergilerin yetişemeyeceği ihtimaline karşı blog yazarken bile sakinim. Az önce malum sosyal paylaşım sitesinde bundan iki sene evvel yazdığım yazımın finalini, hiç alakam olmayan bir ilkokul arkadaşımın iletisinde gördüğümde dahi sakindim. 'Vay anasını...' diye mırıldandım kendime. Pazartesi sendromomu dün gece BSPlayer'ın hıyarlığı hasebiyle Lolita'yı izlememe izin vermediği an son deminden vurup bıraktım. Erkenden uyudum. Sabahın 5'inde koca bir patırtıyla üzerime düşen Soul Kitchen posterine dahi gülümsedim. Şu an dünkü suratsızlığından inatla vazgeçmeyen iş arkadaşım 'grafiker'e bile gülümseyebilecek kıvamdayım. Yani, son derece sinir bozucu ve pişkinim. Zira geçen haftaya göre tatil planlarımdan filan uzaklamış ve durumumu çoktan kabul etmiş vaziyetteyim.
Fakat uzaktan uzağa fırtınalı bir haftanın bana el salladığını görür gibi oluyorum. Malum, bu haftaki gündemim '21'! Hani şu haftanın sonundan yine lanet bir pazartesi günü ile birlikte acı acı gelmekte olan malum yaş... Kendisi öyle bir gelmekte ki, bir anda tüm herşeyi tepetaklak etti. Ne referandum kaldı kafamda, ne çıkması gereken dergi, ne ödenecek borçlar ne de verilecek kilolar. Zaten CHP'nin 'recebim' türküsü eşliğinde yürüttüğü bu muhalif çalışmayı da çok telaşlı ve güvensiz görüyor, 'boykot'çular sayesinde umudumu biraz daha yitiriyor, dergilerin her durumda zaten bok gibi çıktığını ve sadece 20 tane satabildiğini anımsıyor, borçları ödesem de ay sonunun yine malum yerime saplanmak üzere imal edilmiş bir takım 'kazıklar' eşliğinde geleceğini biliyorum. Bir kez daha 'vay anasını' derken yakalıyorum kendimi. Bir de az önce e-posta kutuma düşen Vespa basın bültenindeki kırmızı Vespa'ya bakıp bakıp iç geçiriyorum. Fotoğraftaki kızı kıskanıyorum. Ciddi ciddi almak istiyor, sonra zaten yeterince kıçı dağıttığımı hatırlayıp 'otur oturduğun yere' diyorum. Yine kendime tabi. İçimden. Blog yazılarımı bile güdüsel bir biçimde haber yazma tekniklerimle yazmaya başlamışken zaten, ne bu şiddet bu celal?!
Kendi içimde birtakım deliler besliyorum. Salak ve komikler. Hakikaten. En çok da sevgilimin yanındayken azıyorlar ve beni ele geçiriyorlar. İşte o hallere bayılıyorum.
Kırmızı bir Vespa alayım. Sonra gaza basıp '21'den geriye doğru kaçayım. Sevgilimi ve delilerimi de alayım.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Pazartesi Sendromu mu?

Bitkin uyandım. Terlemiştim de üstelik. Haftasonu sıcaklardan da uyuyamamışken... İşyerine yine 5 dakika geç geldim. Sabah giymek istediğim pantolonun içine sığamamışken kahvaltı filan etmek istemedi canım, tüm açlığıma rağmen. Oysa sevgilimle hafif esintiler arasında uyanmak, güneş vuran mutfağımızda kahvaltı etmek isterdim. Sonra da çay keyfini uzattıkça uzatmak... Otobüste ve motorda uyurken metronun klima soğuğunda uyandım ama. Kahvaltı da yalandı, çay da. Üstelik ofiste yüzleşmem gereken 'berbat' haberlerim, 'berbat' editörüm ve 'berbat' patronum vardı. Yolda sadece babamın dün akşam "bu son 50 liramız" deyişini anımsayıp dişimi sıkmam ve paşa paşa çalışmam gerektiğini dikte ettim kendime. Alışılırdı ki herşeye. Belki daha iyi olurdu giderek? Olmaz mıydı? Olurdu, olur. Bir de kilo vermem gerektiğini hatırladım. Zira içine sığmadığım pantolonlar çok mutsuz ediyor beni bu aralar. Sevgilimi özlüyorum ve zaman geçmiyor. Buluşup güzel yemekler yemek ve evime gidip kitap okumak istiyorum. Akabinde tamı tamına bir haftalık bir tatile kaçabilmek, güneşin alnında denizde yüzebilmek ve sevgilimle bir hamakta miskin miskin uyumak istiyorum. Okul açılsın bile isteyebilirim yakın zamanda. Makale yazmak, ders çalışmak, not almak vs... Kış gelsin de diyebilirim gaza gelip. Kazaklarımızı botlarımızı çekip ders aralarında sıcak çikolatalarla ısınmaya çalışalım. Dengesizlikler silsilesi içindeyim. Haberlerim kötü, canım sıkkın, karnım aç ve popom büyük.

10 Ağustos 2010 Salı

Sendromik

Ağustos ortalarına doğru, iş yerine gelen kötü yemekler, çıkışta umutla beklenen sevgililer, Neon başladı diye blog yazmaya başlamalar ve öğle araları... Alnımda ufak ve sık yağ butoncuklarının fırlamasıyla iş yeri giderek çekilmez olabiliyor. Sabah metroda bunu düşündüm: kendi işinin sahibi olmadığı halde, sevdiği işi yapsa dahi işe keyiften uçarak gidebilen insanlar var mıdır? Varlarsa eğer bir göreyim isterim onları. Varsa işin sırrına vakıf olmak-ki kendimde o potansiyeli pek gördüğüm söylenemez-, yoksa da el maharetiyle bu sevimsiz polyannacıkları öldürebilmek için. Hım, agresifim evet. Sevgilimle yaprakların arasından güneş sızan ağaçların altında kurulmuş bir hamakta tıngır mıngır sallanıp miskin miskin uyuklamak varken, buralar sinirlerimi cinlendiriyor haliyle. Yaptığım haberler de zaten ya haddinden uzun ya da haddinden kısa oluyor. Asla istediğim yeterlilikte olmuyor. Ağustos sıcağına bağlı mesai sendromu geçiriyorum. Kontrolsüz harcamalarım için de kendime kızıyorum zaten bu aralar. Yaptığım en düzgün şey, makul miktarlarda sevgilimi özlemek sanırım. O da benim işte olduğum saatlerce uyuyor olduğundan sendromumu içinden çıkılmaz bir hale getiriyor, işimi düzgün yapacağım varsa da yapamıyorum!
Elim yüzüm nem, yağ. Gidip çay koyayım da haddinden kısa haberimi yapayım. Sevgilim de uyuyadursun, ben akşama doğru özlerim onu.

20 Temmuz 2010 Salı

geçmişe gönderilmiş

"Evet bebeğim, evet. Göğsümde ciğerlerimi sıkan ve kafesimi yarsalar uçup gidecek olan o siyah bulut sensin. Ama sigara gibi ihtiyacı var vücudumun sana. Zarar verdiğini bile bile, her nefesinin zehir olduğunu bile bile, sonunun ölüm olduğunu bile bile.. her soluğu içime çeke çeke içtiğim! Tablada korunu söndürdüğümde küllerine bakıp gözyaşı döktüğüm…"