26 Ocak 2012 Perşembe

Peki ya bir kış gecesi sıkılırsa içim?

Kar beklenen kara bir kış gecesi. Fonda Nick Drake çalıyor olması, tüm akşam babamla gülüşerek muhabbet etmiş olmam hiçbir şeyi hafifletmiyor. Profiterol bile iyi bir sebep değil.
İçimde verdiği hissiyatı anımsamak istemediğim berbat bir huzursuzluk var. İç organlarımın gövdeme sığmıyormuş hissi ya da nefesimin ciğerlerimi doldurmadığı sıkıntısı...
Devasa bir yük gibi bastıran uyku ama buna ilginç bir şekilde direnen beynim.
Bu huzursuzluğun adresi çok belli. Sahip çıkmaktan korkmadığın bir sevgilinin varlığı. Daha doğrusu sahip çıkmak için hiçbir çaba sarf etmene gerek kalmadan benimsediğin bir sevgili. Ruhuna sinsice sızan. Bu yüzden verdiği sıkıntıya gerçekten şaşırabildiğin...
Çocuktuk. Çok saçmaydık. Her sonumuz kötüydü bizim. Buna rağmen gidemedik birbirimizden.
Ona dair hissettiğim o kadar çok şey çocukluğa aitmiş ki, böylesi büyük bir sıkıntı şimdi gözümde canlanan silüetimize büyük geliyor.
Onu kaybetmekten hep çok korktum. Meğer hiç bu kadar endişelenmemişim. Bunca senedir olmamasına rağmen son birkaç ayda "hep burada olacakmış" fikrine delicesine kapılmışım.
Çok alışmışım bana kendimi hep iyi hissettirmesine. Deli gibi şaşkınım bu yüzden beklenmeyen bu poyraza.
Dışarda beklenen kar benim içime yağıyor şimdi. Hissediyorum. An be an doluyor ciğerlerime ciğerlerime o buz zerrecikleri. Giderek donduruyor ve şeffaflaştırıyor beni.
Bunca kısa süreye bu kadar adamı sığdırabildim de nasıl bu kadar kısacık ana bunca yılın endişesini tıkıştırdım aklım almıyor.
Bu işin en kötü yanını keşfettim şu saniyede: sevmediğinden daha çok sevmiyorsun belki de, olamadığından daha çok aptal olabildiğin muhakkak.
Aptallık dehlizlerinin en ürküncünde yüzüyorum saçma salak.
Nasıl şarap lazım şimdi, nasıl şarap...

18 Ocak 2012 Çarşamba

geçmişten kalma

Seninle mevsimlerimiz hiç uyuşmadı sevgili.

Zaten bu yüzden anca iki bahar görebildi yüreklerimiz beraber.

Onda dahi ne ızdıraplar çektik.

Sen hep derdin oysa inatla: “yazı kışı olmaz sevdanın”.

Ama işte tutmuyordu bizim mevsimlerimiz.

Sen, benim hasat zamanımda yağdırıyordun yağmurlarını.

Ben, güneşimi naza çekip küstürüyordum seni.

Sen, ‘nadas’ deyince açtırıyordum inadına.

Rüzgarlarımız hep çatıştı bizim.

Bu yüzdendi fırtınalarımız, kasırgalarımız, amansız sellerimiz.

Benim baharım geldikçe, karlar yağardı senin omuzlarına.

Ve kardelen benim iklimime ait değildi asla.

Bu yüzden benim baharlarım senin karlarına dayanamazdı, ölürdüm.

Sonra an gelir ben yağardım.

Ben yağdıkça, sen gürler…

Ve ben şimşek olur çakardım.

O kadar kızar, o kadar çakardım ki; ağaçlarını yakardım.

Sonra daha çok yağardım.

Senin gürültünü bastıracak kadar çok…

Çiçeklerini öldürürdüm en sonunda.

Çürürlerdi.

Biz seninle farklı kıtalardık sevgili.

İklimlerimiz, mevsimlerimiz birbirine hiç uymazdı.

Ben, seni yalancı baharlarla kandırır, çiçek açtırırdım.

Sen, benim meyvelerimi dondurur, buzlarınla yazımı taşlardın.

Bazen öyle çok yağardın ki beyaz beyaz, baharlarımda nehirlerim olup taşardın.

Dördünde bir güzlerimiz buluşurdu anca.

Birbirimize sarılıp ağlardık o zaman da.

Beraber rüzgar olup, aynı yönden eserdik.

Ama biz güz olunca tüm ağaçlar dökerdi yapraklarını.

Gökler, en sarıları, en kırmızıları kuşanırdı.

Belki de bu yüzden kalamazdık bir arada.

Ve belki de bu yüzden iki güz dayanabildik sadece birbirimize.

Biz, birbirimizin tüm çiçeklerini soldurduk, kuruttuk, çürüttük.

Ağaçlarını devirip meyvelerini dondurduk.

Hiç yağdıktan sonra güneş olup açmadık.

Bu yüzden hiç gökkuşağımız da olmadı bizim.

Aynı anda bir mevsim olmaya çalışmadık hiç.

Olduğumuz zamanlarda da hiç sevmediler bizi.

Hep yalnız bıraktılar.

Hiçbir ağacımız çiçeklenmedi.

Aksine, yapraklarını döktüler.

senle ben doğu-batı’ydık.

dünya yuvarlak’tı ve biz birbirimizi kovaladıkça doğuyordu güneş.

Kavuştuğumuzda ise kıyamet kopuyordu.

Bu yüzden sen aya dönükken yüzünü, ben güneşe bakmak; sen geldikçe peşimden, ben kaçmak zorundaydım.

Ve işte sevgili;

En sonunda senin rüzgarların benim yağmurlarıma uymadı…

On bir mart/Çarşamba/iki bin dokuz

7 Ocak 2012 Cumartesi

Jehan Barbur 'Öylesine' derse ve ben sevgilimi gönderirsem 3 bin kilometre öteye...

Daha bu sabah kucağımda böyle uyuyor oluşun, bir gece önce senin göğsünde böyle uyuyor oluşum, senelerdir değişmeyen çocukluk kokun, bir cumartesi gecesi seninle bira içmek, rengarenk zarflar içinde gelen mektuplar, sarhoş olup kucakta tuvalete taşınmak, gökyüzüne beraber dilek fenerleri salmak, aylar sonra o kapıdan çıkışını bekleyip boynuna atlamak... bence ben seni ne kadar seveceğimi biliyormuşum da o yüzden seni sevmemek için bu kadar direnmişim ama iyi ki yenik düşmüşüm.