15 Ocak 2008 Salı

sanırım sonunda kanamaya başladı..

‘Anlatamam’ dedim bugün Yaprak’a.
‘Çaresiz kalıyorum ve belki de günlerdir gördüğüm kabusların nedeni bu’ dedim.
Herkes biliyormuş gibi davranıyor ama kimse bilmiyor aslında.
Kimseye anlatmıyorum çünkü.
Anlatamıyorum.
Rahatlatmayacak anlatmak.
Daha dün denedim, biliyorum.
Aşınmasından korkuyorum.
Bu defa inancımın peşinden gitmek istedim.
Gözümü karartmak istedim belki biraz.
Ama önümde koskoca duran o duvar…
Ve benim o duvardan daha kocaman çözümsüzlüğüm.
Ben çözüm bulamıyorsam başka birisi hiç bulamaz zaten.
Çözüm, kaçmak değil.
Dinlememi istediği o şarkıyı melodisi için göndermedi bana.
Benim anlamaz davranmam kırdı mı onu bilmem.
Tek bildiğim bunu yaparak yine kendime suçluluklar edindiğim.
İstediğimce reddetmeye çalışayım:
parçalanıyorum ama dayanamıyorum
etrafıma bakınıp seni görememeye
daha fazla yanımda olmadığın sürece
bir daha göz yaşı dökmeyeceğim

benim için çok mu farklı bundan sanki?
Ağlamadım hiç onun için.
Az önceye dek.
Bir yazı.
Okuduğunda onu yaralamasından korktuğum bir yazı.
Okuduğumda beni yaralamış olan o yazı..
Karanlığında kaybolmuyorum artık.
Kaybolunan bir karanlık varsa, ikimizin beraber kaybolduğu karanlıklar olacaktır bunlar.
Sandığımın aksine yanımdasın çünkü.
Bunca zamandır boşa çıkmış onca inancıma inat sen sahicisin.
Ama şimdi bir karanlığa girmekten ve hiç çıkamamaktan çekiniyorum.
Ağladım.
Okuduklarım karşısında dizlerimi karnıma çektim, istemsizce ellerim ağzımı kapattı ve hıçkırmaya başladım.
İlk defa korktum çünkü.
Seni kaybetmekten korktum.
Bundan korktuğum için korktum.
‘Anlatamam..’dedim Yaprak’a ‘..ruhumda eritmem lazım önce.’
Fark edip kabullenmem gereken şeyler var.
Sormaktan korktuğum ama sormam gereken sorular var.
Bugün ilk defa korktum ve ağladım.
Ruhum acıdı.
Benim ruhuma kaynamaya başladığı yerden çekiştirdi birisi sanki onun ruhunu.
Nefesini hiç hissetmedim.
Kalbinin sesini duymadım hiç.
Bakışları bile gezinmedi yüzümde.
Ama sevdim ben onu.
Düşüncelerini sevdim.
Ruhunu sevdim.
Bu yüzden bedenimden çok içerde.
Bu yüzden onunla ilgili kaygılarımı 'ruhumda eritmem lazım önce'.
yanımda kimse yok
kabusların içinde kayboluyorum…

9 Ocak 2008 Çarşamba

Sus

Asla zamanı değildi,hiç değildi.Bazı şeylerin zamanı vardır.Üstünüze düşmesi için,sizin kaldırabileceğiniz kadar güçlü olmanız gerekir.Buna zamanınız vardır.Zamanı değildi.
Bazen duymak istemezsin,hiç söylenmemiş sayarsın.Ruhun,beynin birleşir,gerçeği kafana acımadan kazır.Kanarsın.Duymak istemezsin çünkü bir umudun vardır,günbegün daha da büyüttüğün bir umut.Söylenenler umrunda olmaz.Kim ne derse desin kaparsın kulaklarını.O kadar inanmışsındır ona. O öylesine senindir ki.
Asla zamanı değildi.
Uzun zamandır yukarı çıkmamıştım.Ayaklarım böylesine kesilmemişti yerden.Bulutları eziyorum.Aşşağı bakmaya cesaret bile yok şimdi bende. Bu bulutlar ki,gözlerimi kör eden,bu hava ki nefesimi kesen.
Oysa...oysalardan nefret ettim hep .Bayağdır umutluydum.Hiç bir umudum bu denli terketmedi beni.Bu kadar canımı acıtmadı,kanatmadı.
Ben uzun zamandır böylesine korkmadım,böyle üşümedim. Bunun ne olduğunu bilmeyecek kadar kaybetmedim kendimi. Bu rezil sonbahar günü.
Şimdi korkudan ayağa kalkamıyorum,uyuyamıyorum, uyanamıyorum.
Ben kimseyi bu kadar sevmedim,kimse canımı bu kadar acıtamadı.Kimse parçalara bölemedi.
Paramparçayım.
Bazı şeylerin zamanı vardır.Üstünüze düşmesi için,sizin kaldırabileceğiniz kadar güçlü olmanız gerekir.Buna zamanınız vardır.Zamanı değildi.
Yukardayım,üşüyorum,korkuyorum.
Aşağıya inemem.
Sus.

ruhun çıkmazındaki kayıp

Giden, geri kalanın içinde koskoca bir boşluk bırakmış kendinden hatıra. Öyle bir boşluk ki, tüm varlığımı salsam yine de dolduramazmışım gibi geniş. Büyük. Dipsiz belki. Dehlizleri keskin hem de. İçinde boğuluyorum. Doldurmaya çabaladığım o boşluk her zerremi emiyor. Nefesimi tıkıyor. Canımı yakıyor. Kim bilir, kanatıyor bile haberim yokken açtığı yaraları. Acımasıca yapıyor bunu hem de. Ve bir de 'o' da haberdar değil ettiklerinden. Belki de gözünü karartıp gittiğinde çoktan kapatmıştı bu hesabı. Paslı iğnelerle derinine derinine oyduğu o ruhun karanlık boşluklarından zaten haberi yok, çok belli. İşin kötüsü ya, ruhun da haberi yok bundan. Anlamlandıramadığı sızısını görmezden geliyor. Derdi olan, o boşluklara zerrelerini harcayan zavallı. Dolduramadığı karanlıklarda ışığını kaybetmekten dahi çekinmeden canının yanmasına sesini çıkartmıyor. Kurban gibi karşı koymasızca emdiriyor karanlığa kendi ruhunu. Hiçbir zerresinin dolduramayacağını bildiği o karanlığa boyun eğiyor giderek. Tükenmeye razı. Yaşanmış bunca acının gerçekliğine inat önce kendi ışığını yitiriyor, aydınlığıyla doldurmak için daldığı karanlıklarda. Yaralarına bastırmadan kanı dursun diye, sessizce ufalıyor boşlukta. Farkında bile değil kimse. Ufalıyor. Yok oluyor. Yine de inandığı mağruriyetini bırakmıyor. Giderken o da bir boşluk açar mı bilmiyor. Ama daha fazla yaralamak istemiyor ruhu. Susuyor. Kabulleniyor.. elinden hiçbir şey gelmiyor! İçinde yok olduğu karanlığa bir damla göz yaşı bırakıyor. Bir de kendi karanlığından bir tutam daha karanlık.. kendi ışığını da yitiriyor. Elinden hiçbir şey gelmiyor işte. Pes etmekse pes etmek! Gitmesi gerektiğine inanıyor. Gidiyor.

7 Ocak 2008 Pazartesi

Sana Nida'yı Anlatabilirim



Ben asla tesadüflere inanmam..Bir kaç yıl önce rahatça çıkabilirdi dudaklarımdan bu cümle.Ama artık çok geç. Ben tesadüflere fazlasıyla inanıyorum. Hatta ve hatta hayatımının bir tesadüfler zinciri, anlarımın da bu zincirin birer halkası olduğuna inanıyorum,uzun bir zamandır. Onu ilk tanıdığım günü pek hatırlamıyorum,ama çok sonraları her daim burnumda tüten bir dost olma sebeplerini çok iyi biliyorum. Biz onla bambaşka topraklarda,bambaşka bir güneşe bakan,başka ayçiçekleriymişiz. Zamanla bir fabrikada karşılaştık..Diğer paketlenen çekirdekler gibi teslim olmadık kimseye, vermedik tanelerimizi. Bir bütün olarak kalmayı seçtik. Çünkü diyebiliyorduk ki biz bedenimzile buyuz, ruhumuzla da. Bu savaştan kaçar kaçmaz aynı kasabada aldık soluğu. İkimzide oldukça yorgunduk ve birbirmize anlatacak çok şeyimiz vardı. "Dinler misin beni?"
Birbirimizi çok dinledik,çok konuştuk..Anlatacak çok şey, bir o kadar da çene vardı ikimizde de. Paylaşımdan daha çok sahiplendik belki. İşte tam da bu yüzden diyebiliyoruz ki,kendi kalemizi çevrelediğimiz günlerde içeri sızan ışığı birlikte paylaştık. Artık başka topraklarda,bambaşka güneşlerle beslenmiyorduk. Bir olmayı seçtik. Yalnız mıydık? Hayır. Kurduğumuz bu dünyanın etrafında başka insanlar da vardı. Onlarla kurduğumuz başka dünyalar. Ama bizim kalemiz başka,ışığımız birdi. O yüzden kalabalığı seçmedik,ufak bir kuytu, iki fincan kahve yetti bize.
Nida tanıdığım en büyük kadınlardan biri. O beni ne kadar güçlü görürse de ben kendimi, onun büyüklüğü önünde aciz hissetmekten sıyrılamadım. Çoğu kez o da farkında değildi, olmadı yapabileceklerine.. İsterse kaleyi güneşe taşıyabileceğine..Dönem dönem farketmedi mi? Tabii ki farketti. İçinde büyüttüğü denizin, rüzgarla savrulmasını tüm damarlarında hissetti. Ama canını sıkanlar oldu, acıtanlar. Bir türlü içinde çıkıp etrafa selam vermesini engelleyenler oldu. Zaman oldu, mekan oldu, insan oldu. Vazgeçti mi? Hayır..Vazgeçtik mi? Hayır.. O beni ne kadar güçlü görse de, her an yitip gidecek umutlarımı onun sırtına yükledim. Kimseye anlatamadığımı ona anlattım anlattım ki, yeri gelsin cesaret versin. Bir güç yüzüğüdür kendisi, parmağınıza uyuyorsa...Tanrı sizinledir. Bana uydu, Tanrı benimleydi. Çocukluğunu anlatır, bir çoğunuzun hayal edemiyeceği bir çocukluktur. Dört duvar arasında kaderini çizdiği çocukluğunu. Anlatmakla kalmaz,yazar,çizer gerekirse..anlamıyorsan çıkıp oynar. Kafana kafana vurur..Anlatıncaya kadar, sen anlayıncaya kadar.
Bu kocaman küçük kadın ne zaman, nerde olduğuma aldırmadan ensemde gezindi. Kulağımı çekti, dizlerine yatırıp popoma vurdu. Ben de onun. Çünkü benim ona, onun bana ihtiyacı vardı. Bunu hep bildik. Ama hiç pes etmedik.
Eğer bir yolunuz varsa ve karanlıksa bu yol,taşlar,mayınlar,tuzaklar varsa mutlaka yanınızda bir yol arkadaşınız olmalı. Bunu bana öğreten kadını sana anlatabilirim, belki inanmazsın ama o da sana seni anlatır.

Sana Barış'ı Anlatabilirim


Bir adamcık o.
Ruhu gövdesinden daha büyük, kocaman bir adamcık.
Elleri yüzünden büyük değil.
Bunu ölçüp burnunu kanatmayacak kadar akıllı üstelik.
Ve yine aynı elleri kalbi kadar iri değil.
Ve o, bunu ölçüp farkına varacak kadar cesur değil bu kez..
Belki de bu yüzden kendinin farkında değil çoğu zaman.
Duvarları var onun!

Zaman zaman kendisinin bile aşamadığı yüksek surları.
Aralarında nefes dahi bırakmadan üst üste koyduğu taşları ile ördüğü duvarları..
Şeffaflığından dahi korktuğu.
Dışardan sapasağlam duran, asıl içerden aldığı yaralarla oyulmuş taşlar üzerinde yükselen duvarları.
İçerde kendi kılıçlarına karşı kendi kalkanlarıyla savaşan.
Kimselerin girmesine, zarar vermesine izin vermediği; gün ışığının bile kendi izin verdiği sürece aydınlatabildiği kalesinde kendi açtığı yaraları kendi kanatan ve hatta kendisi yalayan..
Savaşlarını sakınan, kimseyi ortak etmeyen.

Aslında kalabalıklar içinde ama bir o kadar da kendi dehlizlerinde kayıp.
Gözünden akacak yaşı sakınıp başkalarına omuz uzatırken yeşillerinin ardındaki karanlıkları çaktırmayan.

Ama büyüdükçe kendisini dahi umursamadan coşkun şarkılar söylerken, ibadet edercesine raks ederken, o tehlikeli cumbaya adım attığı andan itibaren ruhunu askıda bırakarak, sapasağlam bir Hamlet, kimi zaman Neon, en haz alarak da beş parmaklı oğlum Bozon olurken hiçbir işe yaramadığını savunup farkına varmadan bizim gözümüzü alan.
Küçücük gövdesiyle en çıkmazlarda karşımda sapasağlam dikilen.
Yanında hayallerin en mümkün hale geldiği; çünkü inancıyla tanrı gücünü bile içimde buldurtan. Gelişiyle hayatı birkaç saatliğine dahi olsa basitleştiren.

Diyorum ya, çünkü güç veren! İnandıran!
Şu sıralar ruhunu, benim de an itibariyle icrada bulunduğum, “illet-i güzide”ye kıstıran.
Adamcık o..

Devliğinin farkına varmadan kendi kalesinden kafa tutan!
Tanımam gerekiyordu o’nu..

Karşılaşmamız gerekiyordu.
Kadere en inandığım zamanlardan birisidir onunla tanışmamız.

Ömür haritamıza daha rahme düştüğümüz gün işaretlenmiş kavşaklardık biz birbirimiz için. Ama tanrı bu noktada bir sistem hatası yaşamış olacak ki bizi bir araya getirmesi farkına dahi varmadığımız tesadüflerden kat be kat aleniydi.
Pusulalarımızdaki gizli adalardık.

O adalardaki sandıklardık.
Sandıkların içindeki değerli taşlardık.
Büyülü taşlardık.
Ömrümüz boyunca boynumuzdan çıkartmamamız gereken taşlardık.
Bu kadar alelacele ve hesapsız bir araya getirilişimiz inandırır beni tüm bu gerçeklere.
Lütuftur o benim için.
Gökten düşmüş elmanın kurdudur.
Beynimin en sivri kıvrımıdır.
Öldürmek isterim zaman zaman o’nu..

Ruhumu bu denli arıtması rahatsız edicidir.
Hem de farkında olmadan yapması sinir bozucudur.
Ve o’na böyle bir durumda yarayamamak suçluluk vericidir.
Ama alıştım kalesine, duvarlarına, surlarına..
Kolay olanı seçtim belki.
Ama ne yaptımsa görünen yara izlerine saygı duyup canını daha fazla yakmamak adınaydı.
O’nun bana olduğu kadar ben o’na dost olamadım çoğu zaman, biliyorum.
Şikayet etmedi bundan.

Ve gıdım esirgemedi maneviyatını benden.
Gün gelir de kafasının üzerinde bir hale belirirse şaşırmam; ” Geç kalmış bir uzuvdu” der, güler geçerim.
Şu bir sayfa mübalağadan daha da takdire şayandır.
Yıllardır benimleymiş gibi, tanıdık sessizlikle dinleyendir derdimi.

O’nun sessizliği, benim gece uyumadan önce yüzleşip şaşırdığım içimin sessizliğidir.
Üşütmez, ısıtır beni.
Ruhumu paylaşandır.

Benim düşüncelerimi kendi cümlelerine giydirip bana kanıksatandır.
Hayır, çalmaz!
Kendime anlatamadığımı o anlatır bana.
Benliği kör çıkmazlarla örülü, hayatın boşluğunu çoktan doldurmuş, cennetini dünyaya indirmiş, irislerinde taşıdığı kutsal gücü cömertçe dağılmış ve kendi lodoslarıyla ısınıp, kendi poyrazlarıyla üşüyen, gövdesi ruhundan küçük adamcıktır o.
Harikalar civarındaki bir şişe iksirden daha mucizevidir.