14 Aralık 2010 Salı

Kusura bakma 2000bilmemkaç, 2010'a ayıp oluyor. Çünkü o giderken beni büyütüyor...

"hoşgeldin 2000bilmemkaç" bu, milenyumun son kapitalist darbesi ucuzlukçu dükkanlarından temin edilmiş kar formunda spreylerle yazılması uygun olan bir sevinç narası. Yaşamakta olduğumuz 2010 yılının bu son günlerinde birçok mağazanın- özellikle kuruyemişçilerin- vitrinlerinde görüyorum ben bu mesajı. Ben yılbaşını seven bir insanım. Yılbaşı geliyor diye sevinen, o akşam için hazırlıklar yapan, parası varsa sevdiklerine hediyeler alan, o geceyi sevdikleriyle beraber geçirmek isteyen bir insanım. Hele hele şu Aralık ayı itibariyle her yerin ışıl ışıl olmasından çocuksu bir haz duyan ve yerli yersiz "yılbaşı geliyo..."diye mırıldanıp sevinen bir insanım. Lakin bu az önce bahsettiğim sevinç narası da bana çok samimiyetsiz geliyor. Tamam, her yıl yeni bir başlangıçtır. Yeni umutlar getirir gelirken ve insanların çoğu bu yüzden bu kadar mutlulukla karşılarlar yeni yılı ama bu sevinç narası da geçmekte olan yıla biraz terbiyesizlik olmuyor mu? Valla bilmiyorum belki de ben çok melankolik, simgelere çok anlam yükleyen bir insanımdır. Ama bozuluyorum arkadaşım. Sonuçta belli bir yaşanmışlık var, bu kadar çabuk satmak ayıp. Hiç mi güzel bir şey yaşamadın bu geçmekte olan yılda? Hiç mi kıyak yapmadı sana? Anlamıyorum yani. He şimdi diyeceksiniz ki, "madem bu kadar mualifsin sen neden seviniyorsun yeni yıl gelince?" Ben de bilmiyorum ki. O renklilik, o keyif, o umut benim hoşuma gidiyor. Ama bu esnada da geçen yıla kazık atarcasına bas bas bağırmıyorum "hoşgeldin 2000bilmemkaaaaağç" diye. Benim yılbaşı gecesi kutlamam sevdiklerimle beraber acısıyla tatlısıyla, aynı anda bir yıl daha yaşlanıyor olmanın hazzından ileri geliyor daha ziyade.
Neyse.
***
Ben bu aralar fark ettim ki blogumu çok günlüğümsü kullanır, bolca da saçmalar olmuşum. Kızdım kendime. Zira bu kelimelerimin bana küstüğü anlamına gelmektedir. Benim için korkunç bir hastalıktır bu, tedavisini hala bilemediğim. Yazmak kurtulamadığım bir takıntıdır ve yaşamımı idame ettirebilmem için en büyük gereksinimlerden birisidir ya hani, bu güdüm asla yok olmaz. Olamaz. Fakat kelimeler küstüğünde işler değişir, acayipleşir. Bu güdü devam ederken kelimelerin büyülerini üzerimden çekmeleri ile bünyemde korkunç bir sarsıntı hasıl olur. Yazmak için deli divane olup da kabızlaşır bir hal alır ruhum o an. Ve sonuçta, yazamam. Saçmalarım. İşte 'İllet-i Güzide' son zamanlarda bu kabızlık halleri hasebiyle az biraz kirlenmiş bulunmakta. Bu yüzden vicdanımdan ve güzide illetimden ne kadar özür dilesem azdır.
***
Kışın kalın ve kara battaniyesini alarak üzerime çökmesinin üzerinden çok zaman geçmedi. Sonu gelmez uykularım ve kronik keyifsizliklerim, hayatımda sahnelenmekte olan türlü aksiliklerden de yüz bularak 'ben'i işgal etmeye başladılar. Kızgınlıklarım ve kişisel azarlarım bu kan emicileri kışkışlamaya yetmedi. Fakat şimdi görüyorum ki yakın dostlarım çok güzel işler yapıyorlar. "Onuncu Katmanın Truvayı Keşfi" bunun en güzel örneği. Fotoğrafları az önce gördüm ve en kısa sürede gidip onları okkalı okkalı öpmek istiyorum. Tabii bunun yanı sıra ilk uzun metraj filmimiz de bitmiş ve adıyla beni bu gaflet uykumdan uyandırmak istercesine mail kutumda final nağmeleriyle peyda olmaya başlamış; "Yapman Gerekeni Yap".
Şimdi ben okunacak kitaplarıma bakıyorum, izlenecek filmlerime göz atıyorum. Binbir heves kayıt olduğum sosyolojinin ders kitaplarıyla kesişiyorum. Sevgilimin senaryo yazışını aşkla izliyorum ve de silkiniyorum... Benim bu kış uykularından uyanışım karın yağışıyla vukuu bulurdu ya, bu da büyüdüğümün ayrı bir alametidir, artık sırtıma yağanlarla değil gözümün gördükleriyle irkilip uyanıyorum. Böylece 2010 da gider ayak hayatta bir şeyleri daha öğrenebilmiş olmamın şerefine göğsüme kırmızı bir kurdela takıyor.
Şimdi kendime ve yaşam kaynağım, güzide illetime kocaman bir günaydın!!

Hiç yorum yok: