11 Nisan 2012 Çarşamba

Uzun 'Tek Başıma'lığımın İlk Satırları

Bu şarkıları o kadar uzun süredir mutlu mesut dinliyordum ki alt metinlerindeki hüznü görememişim. Şimdi çalan her melodi, neredeyse Jehan'ın ağzından çıkan her söz gelip göğsüme oturuyor.
İçmeyi denedim geçer diye. Geçmedi, daha da ağırlaştı. Daha "şimdi olur olmaz karşılaşmalar başlayacak" cümlem bitmemişken karşıma çıkıverdi. Ah gözünü sevdiğim Murphy!
İlk gün ağladım. Belki de işi anırmaya vardırdım. Sonra sustum. Sıçtığımız noktadaydık işte. Susuyordum. İçime ağlamaya başlamıştım ve ölümün eşiğinde dolaşıyordum. Bu kadar mı canı acır insanın? İnanılır şey değil.
Sen daha söylenedur 'bu kadar söz vermiş, bu kadar dilek dilemiş, bu kadar çok istemişken neden?' diye; o çoktan tuttuğu dilekleri, verdiği sözleri unutmuş, seni de hayatının her köşesinden hızla silmiş, 8 yıldır değil de 8 gündür varolmuşsun gibi hayatına devam eder. Senin sorduğun sorular beyin duvarlarında yankılanıp sana geri döner, yanıtsız ve buz gibi.
Oysa ki ne kadar da iyi biliyordun gidişlerini, çok iyi ezberlemiştin bu oyunu. Hani hep aynı filmdi, neden sarsılıyorsun? Çünkü bu defa çok başkaydı. Tabii ki başkaydı, yandı mı hiç canın bu kadar?
Acının suratında resimler çizmesidir bu durum. Konuşmana gerek kalmaz. Zaten konuşamazsın, gözlerin dolar. Ağlayacak olsan dert değil de... yutamadığın bir şey varmış gibi gırtlağından ses çıkmaz, gözlerin yaşarır boş yere. Nefes alırken bile sızlar insanın hücreleri.
Ofiste insanlar gözünün içine bakar ağzından tek bir kelime çıksın diye. Onlar da korkarlar bir şeyler olacak diye. Sen biraz daha susarsan öleceğini sanırsın ve tuvalete kaçıp ağlamak istersin. Bağıramadıkça gelmez yaşlar, etine saplanmış bıçağı olduğu yerde çevirmiş ama çıkaramamış olursun.
Bir de bahar bu aralar hiç senden yana değilse terk edildiğin sabah yağmuru indirir başından aşağı. Peşinden göndereceği kara bulutlar en az 3 gün tepende dolaşacaktır ve senin rengin de griye dönmeye başlayacaktır.
Telefonda 'ne bu kadersizlik, yakıcam artık herkesi!' diyen çocukluk arkadaşına iki hıçkırık arasında 'ben sadece mutluluk istedim, bu kadar mı zor' deyişini anımsayıp kendine acırsın.
Bir de diğer yandan çenenin açılmasından korkarsın. Acının sakinliğinden uzaklaşıp nefret etme yeteneğini geri alabilmek için her önüne gelene çatır çatır konuşmaya başlarsın. Sonrası 'hasiktir napıyorum ben?' Ben susabildiğim, sakin olabildiğim zamanları severim. Çok canım acır, kafayı kırarım ama kendimden ödün vermemiş olurum.
Ağlamamak çok tehlikeli. Ağlamak lazım. O zehiri atmak gerekiyor. Sonra kendi kendine konuşmaya başlıyorsun. Sonra sağdan soldan canını acıtacak şeyler yakalayıp kendini yakıyorsun. Bir önceki blog yazını okuyup kendi mutluluğuna sinirleniyorsun. 'Gerizekalı, bok vardı de mi?' diyorsun. Gideceğin konserleri bile anımsayıp lanet edebiliyorsun.
En fenası maniğe bağlamış olmak. Bir saat evvel elin ayağın soğuyorken üzüntüden, bir anda kendine geliverişin. Kollarını kıvırıp güçlü pazılarını gösteriyorsun acına. Tepkisizce bakıyor, içinden 'birazdan dönüp yine sabaha kadar sıçıcam ağzına, ne bu havalar?' diyor. Dediğini de yapıyor. Bileklerinden tekrar giriyor vücuduna, göğsüne sürtüne sürtüne karnına iniyor ve orada birikiyor da birikiyor.

Bu arada, insanın ciğerleri titrer mi acıdan?

Hiç yorum yok: