10 Ekim 2010 Pazar

Işık, biraz daha ışık...

Ailecek sıkılıyoruz bu aralar. İşlerimiz yolunda gitmiyor. Gerginliklerimiz artıyor. Derin derin iç çekişlerdeyiz. Bolca susuyoruz, nadiren tepki gösteriyoruz. Çünkü yorgunuz ve içimize atıyoruz. Hiç kavga edecek modda değiliz. O bile zor geliyor, feci bıkkınız. Annem susuyor, ben kapıları çarpıyorum, anneannem söyleniyor, sevgilim beni avutuyor. Ben tutup tutup kendimi, ağlayıveriyorum olmayacak işte. Elime çay döktüm, ağla. Parasız kaldım, anneden para aldım; ağla. Anneanne boş boş söylendi, ağla. Bunca şey üst üste gelmişken kışın gelmeye kalkışması da pek yersiz oldu tabii. Her ne kadar tavırlarımızla şu an kendisini ağırlamak istemediğimizi belli etsek de oldukça yüzsüz davrandı, gelip oturuverdi baş köşeye.
Bu sabah gözlerimi açtım. Sevgilim yanımdaydı, teni tenime değiyordu. O duygunun adı çok belliydi: huzur. Odaya çok tatlı bir ışık dalıyordu. Kış bugün pazar tatili yapıyordu. Güneş de onun dükkana bakıyordu bir günlüğüne galiba. Nefesi boynuma çarparken, kulağıma fısıldıyordu sanki: "geçecek bunlar da."... "kendimiz için yaşayacağımız zamanlar gelecek. sorumluluğumuzun sadece birbirimiz olacağı zamanlar"... devam ediyordu sonra da "hem de kendi evimizde... bu ışık bizim evimize dalacak. pazar sabahları kimseyi aramak zorunda olmadan uyanacağız. bu zamanlar da geçecek..."
Bıkkınlar ve yıkkınlardayız bu aralar. Geçer herhalde birkaç haftaya. Bakarsın birkaç aya kendi ayaklarımız bizi taşıyacak kıvama da gelir ve kış bir kere daha pazar tatili yapıp güneşe devreder görevi. Ve o sabah kendi evimize dalan o ışığın kucağında uyanırız. Niye mucize olmasın ki? Bence ona da biraz şans vermek gerek.